Kıbrıslı Türk Halkından, Türkiye Halklarına Açık Mektup

Kıbrıs’ın Kuzeyinden Bir Ses

Bu mektup, Akdeniz’in ortasında, tarih boyunca savaşların, işgallerin ve dış müdahalelerin eksik olmadığı bir coğrafyadan, Kıbrıs’ın kuzeyinden yazılıyor. Buradan, dünyanın unuttuğu, ama hâlâ direnen bir halkın sesi yükseliyor. Bu ses, sadece yakın coğrafyanın değil, aynı zamanda ortak kadere sahip ezilen halkların sesidir. Yazılanlar, nostalji ya da hayıflanma değil; örgütlü belleğin, toplumsal hafızanın ve mücadele çağrısıdır. Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayan Kıbrıslı Türk halkı, kendi kaderini tayin hakkı yıllardır gasp edilmiş, siyasal ve ekonomik gücü tarih boyunca elde edememiş bir halktır. Bu halkın üstüne çöken kara bulutlar yalnızca emperyalist müdahalelerden değil, aynı zamanda sistematik olarak uygulanan neo-liberal politikalar, kültürel asimilasyon ve siyasal manipülasyonlardan da gelmektedir.

Bu mektup, Türkiye halklarına bir serzeniş değildir. Gör duy çağrısıdır. Kıbrıslı Türk halkı olarak iyi biliyoruz ki ezilenin halini en iyi yine başka ezilen halklar anlar. Bu nedenle diyoruz ki: farklı coğrafyalarda olsak da benzer baskı rejimlerinin pençesinde kıvranıyor; aynı sömürü çarklarında öğütülüyor, benzer medya tekellerince gerçeğe yabancılaştırılıyoruz. Biz, fizik yasalarının söylediği gibi enerji ancak frekanslar uyumlandığında aktarılabilir, diyoruz. Bu mektubu da aynı frekansta titreşen halklara iletmek için yazıyoruz…

Tarihsel Arka Plan: Emperyalizmin Gölgesinde Bir Ada

Kıbrıs, tarih boyunca egemen güçlerin kesişim noktası, emperyalistlerin ileri karakolu olagelmiştir. Bu küçük ada, üzerinde yaşayan halkların iradesiyle değil, dış güçlerin stratejik hesaplarıyla defalarca el değiştirmiştir. Roma’dan Bizans’a, Osmanlı’dan İngiliz sömürgeciliğine; her dönemde halklar değil, güç sahipleri söz sahibi olmuştur. Ada halklarının kendi kaderlerini belirleyebildikleri bir dönem tarihte yoktur. Kıbrıs, alınmış, satılmış, terk edilmiş; ama asla halklara bırakılmamıştır. 1878’de Osmanlı’nın 90.000 altın karşılığında adayı İngilizlere devretmesi, yalnızca bir dış politik manevra değil, aynı zamanda halkların iradesine indirilen büyük bir darbeydi. Emperyalist güçlerin böl-yönet politikası, burada da eksiksiz biçimde uygulandı. İngilizler, mevcut gerilimleri körükleyerek ve iç dinamikleri kendi çıkarları doğrultusunda ustaca kullanarak Kıbrıslı Türk ve Elen halkları birbirine düşman etmeyi başardı. Bu düşmanlık, yalnızca sosyolojik bir ayrım yaratmakla kalmadı; aynı zamanda emperyalizme karşı birleşik mücadele olasılığını da ortadan kaldırdı. Yeni sömürgeciliğin dayatması olarak 1960’ta kurdurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’ndeki ortaklık kısa ömürlü oldu. Yunanistan’daki faşist cunta ve Türkiye’deki iktidarlar, adayı kendi çıkar nesnesi haline getirdi. 1960 ile beraber adadaki varlığını toplumlar arası çatışmaların arkasına gizleyen İngiliz emperyalizminin Dikelya ve Ağrotur askeri üslerine yerleşmesi; 1974’te gerçekleşen Yunan darbesi ve peşinden Türkiye’nin askeri müdahalesi sonucunda ada, ikiye değil üçe bölündü. Bu bölünme, barış getirmedi. Aksine, her iki halkın içine çekildiği milliyetçi kampanyalar, yıllar süren bir çözümsüzlüğü meşrulaştırdı. Ayrıca aradan geçen zaman içerisinde de bugün de Ortadoğu’da yaşanan savaşta, İsrail’in yelkenini şişirecek desteği buradan da sağladı. Bu tarihsel arka planın, yalnızca geçmişi anlamamıza değil, bugünü yorumlamamıza da yardımcı olmasını ummaktayız. Bugünkü siyasi tablo, ekonomik çöküş ve kültürel asimilasyon, dünün hesaplarının bugünkü izdüşümüdür. Çünkü emperyalizmin tarihi süreklidir; değişen yalnızca araçlarıdır. Bugün adaya düşen bombalar değilse de özelleştirme paketleri, gerici politikalar, mafyatik ilişkiler ve medya manipülasyonları aynı tahribatı sürdürmektedir.

Çelişkiler ve Direniş

Türkiye ile Kıbrıs’ın kuzeyi arasında kurulan ilişki, bir dayanışma ya da kardeşlik bağı ile kurulmamıştır. Türkiye’nin resmi makamlarınca “ana vatan” söylemiyle meşrulaştırılan bu ilişki, özünde halkların yararına kurulan eşitlikçi bir ortaklık değil, merkezi Ankara’da olan ve karar alma yetkisini elinde tutan bir tahakküm sistemidir. Kıbrıs’ın kuzeyinde bugün yürütülen siyaset, ekonomik planlar ve toplumsal düzenlemeler doğrudan Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin yönlendirmesiyle şekillenmektedir. Merkez Bankası müdürünün Ankara’dan atanması, güvenlik kuvvetlerinin Türkiye ordusuna bağlı olması, elçiliğin hükümete yol göstermesi bu yapının pratik yansımalarıdır. Bu örnekler iktidarın halkın egemenliğinde yoğunlaşmadığının göstergeleridir. Bakıldığında adına her ne kadar diplomatik ilişki dense de durum öyle değil, yönetimsel bağımlılıktır. Günümüzde AKP-MHP ittifakının Kıbrıs’a yaklaşımı bu tabloyu derinleştirmiş ve neo-Osmanlıcı, Türk-İslam sentezli bir ideolojik kuşatma adaya taşınmıştır. Bugün Kıbrıslı Türk halkına dayatılan kültürel politikalar, laiklik karşıtı pratikler, dinsel muhafazakârlığın kurumsallaşması ve eğitimin dini eksende şekillendirilmesi, Türkiye’deki siyasal İslamcı dönüşümün bir uzantısıdır. Ancak bu ideolojik yayılmacılık, sadece kültürel bir sorun değil; aynı zamanda ekonomik bağımlılığın ve doğa talanının da bir silahı haline gelmiştir. Emekçi halkın sırtına yüklenen ekonomik protokoller, kamu kurumlarının tasfiyesi, sosyal devlet anlayışının yok olmaya yüz tutması, kamusal kaynakların özel sermayeye devri ve orman arazilerinden deniz kıyılarına, verimli tarım alanlarının betona boğularak inşaat sermayesine peşkeş çekilmesiyle kamusal alanların yok edilmesi, neo-liberal yıkım politikalarının ada yarısındaki izdüşümüdür. Tüm bunların yanı sıra, kadına yönelik şiddet vakalarındaki artış da bu dönüşümün karanlık yüzlerinden biridir. Bu dönüşüm yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda siyasal ve sınıfsaldır. Bununla birlikte çelişkiler giderek belirginleşmektedir. Türkiye hükümetleri kamuoyuna Kıbrıs konusunda hamasi söylemlerle seslenirken, fiilen Kıbrıslı Türkleri yalnızlaştırmakta, sportif, ticari ve uluslararası temaslarda hiçbir kolaylaştırıcı adım atmamakta; aksine, halkı uluslararası alandan daha da soyutlamaktadır. Türkiye’deki havuz medyası gerçekleri eğip bükerken, Kıbrıslı Türklerden yükselen karşı seslere vurulan ket ile oralarda yeterince duyulmamaktadır. Bu da halkların birbirine gerçek anlamda ulaşmasını bilinçli olarak engellenmektedir.

Üreten Toplumdan Yozlaşan Yapıya

1974’ün ardından, savaşın yıkıcı etkilerine rağmen Kıbrıslı Türk halkı hızla yaralarını sarmaya koyuldu. Okullar açıldı, hastaneler yeniden işlev kazandı, göçle kuzeye gelen insanlar dayanışma ve özveri ile barındırıldı. Kıbrıslı Türk halkı, yalnızca hayatta kalmakla kalmadı; üretmeye, yeniden örgütlenmeye, kamusal bir toplumu inşa etmeye başladı. O yıllarda Türkiye’de öğrenim gören gençler, Kıbrıs’a yalnızca diplomayla değil, sınıf bilinciyle de döndü. Devrimci Yol başta olmak üzere ilerici hareketlerden beslenen bu gençler, Kamu İktisadi Teşebbüsleri altında toplanan fabrikaları çalıştırarak, üreterek, oralarda örgütlenip hakkını arayarak toplumsal ilerlemeye öncülük ettiler. Bir zamanlar Kıbrıslı Elen sermayesinin kontrolündeki sanayi tesisleri, genç mühendislerin, işçilerin omuzlarında faaliyete başladı. Fabrikalarda sadece mal üretmiyor, aynı zamanda kolektif bir bilinç ve dayanışma duygusu da üretiliyordu. Bu deneyim, Kıbrıslı Türk halkı için bağımsızlık arzusunun en somut ifadesiydi. Ancak bu yükselen sol dalga, egemenler için tehdit demekti. 1980 darbesiyle Türkiye’de sola yönelik büyük bir kıyım başlatılırken, aynı refleks Kıbrıs’ın kuzeyine de sirayet etti. Denktaş, dönemin Türkiye Cumhurbaşkanı Turgut Özal’a, “Kıbrıs’ta da solun önü kesilmezse iktidar tehlikeye girer” diyerek şikâyet mektubu gönderiyordu. Buradan hareketle Özal da halkı, tarım ve turizme yönlendiriyordu. Kuraklığın hâlâ tartışma konusu olduğu bu ada yarısında, tarımın nasıl yapılabileceği kocaman bir soru işareti ile orada dururken; turizmden anlaşılanın da kumarhaneler olduğu yakın bir gelecekte anlaşılacaktı. 1983 yılında kurulan kktc, yalnızca uluslararası anlamda tanınmamış bir yapı değil; aynı zamanda halk iradesine karşı kurulan bir tahakküm aygıtıydı. Bu devlet aygıtı, ekonomik bağımlılığı kurumsallaştırdı, demokratik iradeyi işlevsizleştirdi ve halkı siyasetin öznesi olmaktan uzaklaştırdı. Çünkü bu yapı, halkın değil, sermaye sınıfının ihtiyaçlarına göre örgütlenmiş, patronların çıkarlarını garanti altına alan bir tahakküm mekanizmasıydı. Kapatılan altmıştan fazla fabrika, çürümeye terk edilen üretim tesisleri ve ilerleyen yıllarda sermayeye bağımlı hâle getirilen enerji sistemleri, bu yeni dönemin simgeleriydi. Halkın elinden alınan üretim araçları, toplumun omurgasını çökertti. Bu dönüşüm yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda toplumsal ve kültürel bir yıkımı da beraberinde getirdi. Günümüzde fazlasıyla var olan kumarhanelere yenisinin eklenmesi için izinler veriliyor, üstelik bu izinler okullara çok yakın bir mesafede geçerli olacak şekilde tescilleniyor, devlet eli kadınlar seks kölesi haline getiriliyor, fuhuş-mafya-kara para üçgeni etrafında yeni bir ortam şekilleniyordu. Kıbrıs’ın kuzeyinde artık emek değil, rant ödüllendiriliyor; bilgi değil, biat yüceltiliyor.

Kültürel Kuşatma

Kıbrıslı Türk halkına yönelik saldırılar yalnızca ekonomik ve siyasi alanla sınırlı değildi. Aynı ölçüde yıkıcı olan başka bir cephe açıldı: Kültürel ve ideolojik kuşatma. Bu kuşatma, halkın hafızasını silmeyi, dilini, kimliğini ve yaşam tarzını dönüştürmeyi hedefliyordu. Amaç, Kıbrıslı Türkleri kendi tarihinden, kültüründen ve ilerici değerlerinden koparıp, uysal ve biat eden bir topluma dönüştürmekti. Köy isimleri değiştirildi, Kıbrıs ağzı aşağılandı, Yunanca kelimeler kamusal alandan silinmeye çalışıldı. Halkın gündelik yaşamındaki çeşitlilik ve kültürel zenginlik, “yeterince Türk değilsiniz” diyen resmî ideolojinin baskısıyla yerini tek tipleştirici ve dışlayıcı bir dile bırakmaya itildi. Bu baskının dini biçimi de gecikmedi: AKP iktidarı ve yerel işbirlikçiler eliyle, şimdi de “yeterince Müslüman değilsiniz” denmeye başlandı. Cemaat evleri, kuran kursları, dergâhlar, “manevi rehberlik” projeleri ve külliyeler, halkın laik yaşam tarzını kuşatmak için sistematik, solun propaganda araçlarını kullanarak devreye sokuldu. Eğitim kurumları dini içerikle şekillendirilirken, çocukların başörtüsüyle okula gitmeleri teşvik edilerek, elçilik eliyle dayatılan disiplin tüzüğü bakanlar kurulu kararı ile geçirildi. Halkın temel ihtiyaçları olan sağlık, eğitim, ulaşım ise yok hükmünde kabul edilmektedir. Bu kültürel kuşatma aynı zamanda uluslararası tecridi de perçinlemektedir. 2004 yılında Kıbrıs’ta “çözüm ve barış” için referandum gerçekleşmişti. Otuz yılı aşkın süredir dünyadan izole bir şekilde yaşam ve özne olma kavgası veren Kıbrıslı Türk halkının, barış ve dünyaya açılma hevesi, referandumdan çıkan olumsuz sonuçla kursağında kalmıştı. Kıbrıslı Türk halkı, Annan Planı olarak anılan öneriye evet derken; Kıbrıslı Elenler hayır demişti. Çıkan sonucun ardından Kıbrıslı Türk halkını yeni zorluklar bekliyordu. Adanın güneyinde, Kıbrıslı Elen egemen sınıfı ortaklık devleti olarak kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’ndeki iktidarını perçinlerken; kuzeyinde ise işbirlikçi hükümetler ve küskün liberal akıllar, referandumun hıncıyla Erdoğan ve AKP’ye yaklaşıyordu. Neo-liberal saldırılar bu raddeden itibaren başladı diyebiliriz. AKP-MHP hükümetlerinin bu süreçteki rolü ise başka çelişkiler de barındırmaktadır. Bir yandan hamasi söylemlerle “Kıbrıs davası” vitrine koyulurken, diğer yandan, vitrinin gerisinde Kıbrıs Cumhuriyeti sporcuları Türkiye’de müsabakalara katılıyor, marşlarını okuyabiliyorlardı. Bu ikiyüzlülük, vitrinin gerisinde duran çıkar siyasetini açıkça ortaya koymaya yetiyor. Bu tabloya rağmen Kıbrıs’ta ilerici ve devrimci mücadele geleneği hiç susmadı. Devrimciler üçüncü bir yolu buldu ve kazdığı mevzilerini terk etmedi. Türkiye’de mücadele eden dostlarımız, yoldaşlarımız gibi bizler de “başka bir toplumun,” “başka bir kültürün” mümkün olduğunu haykırmaya devam ediyoruz.

Frekanslarımız Birleşsin

Bu metin; direnişin diliyle yazılmış, kuşatılmış bir halkın, başka kuşatılmış halklara uzattığı örgütlü bir selamdır. Çünkü biz biliyoruz ki zulüm evrensel olduğu kadar, direnme bilinci de evrenseldir. Ezilenin dili, sınır tanımaz. Tıpkı sermayenin, faşizmin, gericiliğin sınır tanımadığı gibi…

Türkiye’de Mehmet Şimşek’in öncülüğünde yürütülen sermaye yanlısı ekonomi programının halkın sofrasına açlık, evine yoksulluk, geleceğine belirsizlik olarak döndüğünü görüyoruz. Bir avuç zenginin ülkenin tüm kaynaklarına el koyduğu; kalanların ise temel barınma, beslenme, sağlık ve eğitim hakkı için her gün daha ağır koşullara mahkûm edildiği acı bir tablo bu… İşsizlik, güvencesizlik ve geçim derdi, geniş halk yığınlarını nefessiz bırakırken; ormanlar, dereler, dağlar, yaylalar ve tarım alanları talan edilip şirketlere peşkeş çekiliyor. Kadınlara yönelen şiddet her geçen gün daha da artarken, siyasal İslamcı iktidarın kollayıcı ve teşvik edici tutumu, bu karanlık tabloyu daha da körüklüyor. Tek adamın, “ömrü vakfettiği kadar” iktidarda kalma projesinde göz altıların, tutuklamaların, faşizan baskıların günlük hayatın rutini haline geldiğini biliyoruz. Bizler buradan, Türkiye halklarının yaşadığı bu çok yönlü saldırıları görüyor ve onların yalnız olmadığını, aynı karanlığa karşı mücadele verdiğimizi söylüyoruz.

Yüreğimiz, her gün bir yenisini duyduğumuz işçi grevleriyle, adalet arayışıyla sokağa çıkan kitlelerle, şiddete ve muhafazakarlaştırmaya karşı direnen kadınlarla, üniversitelerinde direnen gençlerle, yaşam alanlarını savunan köylülerle, emeğini savunan işçilerle birlikte atıyor. Türkiye’de “başka bir hayat mümkün” diyerek örgütlenen ve direnen her kesimin mücadelesi, bizim de mücadelemizdir. Bu nedenle bu mektubu, yalnızca adanın kuzeyinden değil, aynı zamanda ortak bir sömürüye karşı ortak bir kurtuluş çağrısı olarak gönderiyoruz.

Kıbrıslı Türk halkı bugün kendi topraklarında özne olmaktan uzaklaştırılmıştır. Eğitimden sağlığa, barınmadan ulaşıma, enerjiye pek çok sorunla boğuştuğumuz bu düzende, hiç de ihtiyacımız olmayan yavru külliyenin Türkiye emekçilerinin alın terinden çalınarak ve Kıbrıslı Türk halkının rızası olmadan yapılması bunun en bariz örneğidir. Günlük hayatı belirleyen kararlar sermayenin güdümüyle belirlenmektedir. Bu durum yeni iktidar odağını da bizlere işaret etmektedir. Bu işaret emekçilerin örgütlenmesi yolunda yeni bir güzergâhı bizlere net bir şekilde göstermektedir. Çünkü Kıbrıslı Türk halkının ne hafızası ne mücadele azmi ne de aydınlık yarınlara olan inancı törpülendi. Bizler, buradayız ve direniyoruz. Mücadelemizi kalkana dönüştürüp ilerici değerleri savunmaya devam ediyoruz. Aydın olduğu için, devrimci olduğu için ilerici olduğu için Türkiye’ye girişi yasaklanan yurttaşlarımızın var olduğunun bilinmesini istiyoruz. Bu mektup üst satırlarda da belirtildiği gibi “enerji ancak frekanslar uygun olduğunda aktarılabilir” deyişimiz üzerine kaleme alınmıştır. Ezilen ve sömürülen halklar olarak bizler, birbirimizi bilmeli, dayanışmalıyız. Aydınlık yarınlara ulaşana dek mücadeleyi elden bırakmadan yaşasın halkların kardeşliği diyebilmeliyiz. Yaşasın halkların kardeşliği, yaşasın özgür, bağımsız, laik coğrafyamız diyebilmek için bu teması egemenlere bırakmadan sürdürmeliyiz! İnanıyoruz ki, mezalimi altında ezildiğiniz tek adam rejimini yakın zamanda yıkacaksınız. Türkiye halkları, Yunanistan, Kıbrıslı Elen ve Kıbrıslı Türk halkı olarak birleşmeyi umuyor; daha sık temas edip dayanışacağımız, coğrafyamıza yerleşen bu ablukayı birlikte dağıtacağımız umuduyla mücadeleyi selamlıyoruz.

Yaşasın emekçilerin birliği!

Yaşasın halkların kardeşliği!

Bağımsızlık Yolu
Emekçinin Partisi

Baraka Kültür Merkezi