Yaşamsal Bir Zorunluluğun Kavranması: Ekososyalizm – Nazen Şansal

Nazen Şansal

Özne Sayı 4

Sonbahar 2024

Felsefeci ve siyaset bilimci Bertell Ollman’ın 1900’lerin sonunda hazırladığı Sınıf Mücadelesi isimli bir masa oyunu var. Kapitalist sistemin gerçeklerini, emek ve sermaye sınıflarının tarihsel çelişkilerini, diğer sosyal grupların bu sınıflarla, çıkarlarına göre ittifak, ihtilaf ve benzeri ilişkilerini, zarlara ve kartonlara yansıtan bu oyunun sosyalizm veya barbarlık seçeneklerinden birinde bitme olasılığı bulunuyor. En çarpıcısı şu ki ‘nükleer savaş’ karesine gelinirse, oyun, sınıfı ve sosyal statüsü fark etmeksizin herkes için sona eriyor. Ollman’ın Sınıf Mücadelesi‘ni tasarladığı dönemlerde (ve halen) nükleer bir savaş, insanlığın sonunu getirme potansiyeline sahipti(r). Aradan geçen yarım yüzyıla yakın zamanda, benzer şiddette etkiyi, belki bir anda değil ama sürece yayarak yaratabilecek başka yıkıcı unsurlar da ortaya çıktı: İklim krizi, öldürücü salgın hastalıklar, hava, toprak ve suyun aşırı kirlenmesi, hızla büyüyen kentsel ve teknolojik atıklar, kimyasal tehditler, durdurulamayan yangınlar, seller, gıda ve su kıtlığı, okyanus ekosistemlerinin tahribatı, biyoşeçitliliğin azalması, eşi benzeri görülmemiş bir ekolojik çöküş…

Kuralları koyma gücünü elinde tutanın, ne yaptığını bilen küçük bir sermayedar azınlık, oyuncuların ise ait oldukları safa dair kafaları karış(tırıl)mış, epey kaotik ve kalabalık olmalarına karşın, bu oyunu kazanmamız mümkün mü? Ya da kaybetme lüksümüz var mı? Finaldeki “barbarlık” ihtimalinin içeriği, kapitalizmin doğayı ve emeği sömürmek konusundaki yaratıcılığıyla günbegün çeşitlenirken, “sosyalizm” seçeneğini de bir ön takıyla ekolojikleştirmek lüzum etmez mi? Gelin bir bakış atalım…

Geçmişten Günümüze Doğayla İlişkimiz

“Hayvan, dış doğadan yalnızca yararlanır ve salt varlığı ile onda değişiklikler oluşturur. İnsan, onda değişiklikler oluşturarak amaçlarına yarar duruma sokar. Ona egemen olur. İnsanın öteki hayvanlardan temel farkı budur, bu farkı oluşturan da emektir.” (Engels, 1996: 196).

İnsan başlangıçta doğa karşısında güçsüzdü ve ona bağlıydı. Fakat zamanla bu ilişki, insanın çevreyi denetlemesi ve hatta çevre üzerinde egemen olması yolunda değişti. Eski çağlarda bilimin amacı doğanın düzenini anlamak ve onunla uyum içinde yaşamaktı. Dünyanın yaşayan bir organizma ve besleyen bir ana şeklinde düşünülmesi, insanların eylemleri üzerinde dizginleyici bir unsurdu. Rekabetin ortaya çıkması ve kapitalizmin gelişmesi ile doğayı koruyacak etik sınır da ortadan kalktı. Kentleşme ve teknolojideki ilerlemeler, insanın doğayı daha fazla işlemesine vesile oldu. Tek tanrılı dinler de insanın doğanın efendisi olduğu fikrini besledi. Sanayi devrimi ve kitlesel üretime geçilmesi ise insan-emek-doğa ilişkisine, çatlaklarla dolu yepyeni bir biçim veren dönüm noktası oldu. Karl Marx’a göre kapitalist üretim ilişkileri ve kent ile kır arasındaki bölünmenin bir sonucu olarak, yaşamın doğal kanunlarıyla edinilmiş metabolizma olan toplumsal metabolizmada, kapitalizm içi koşullarda iyileştirilemeyecek olan bir çatlak meydana geliyordu (Marx, 2011, 687-704).

İnsan faaliyetleri ile çevreye verilen zararlar, doğanın kendini yenileyebilme yeteneği (taşıma kapasitesi) sayesinde başlangıçta pek fark edilmedi veya önemsenmedi. Epey yaygın ve öldürücü olan salgın hastalıklar ile ekolojik bozulma arasında bağlantı kurul(a)madı. Fakat daha kapitalizmin ilk yıllarında, 1800’lerin ikinci yarısında Marx, Friedrich Engels, Edwin Lankester, John Snow gibi sosyalist düşünürler, kapitalizm ile çevrenin kirlenmesi arasındaki ilintiyi gösteren yazılar yazmışlardı. Örneğin Londra’da 1854’te, her evden 3 kişinin öldüğü kolera salgınının içme suyundaki bakteriden kaynaklandığını Lankester ortaya koymuş, lağımların ve sanayi atıklarının akıtıldığı nehirde mikroskobik araştırmalar yapmıştı. Lankester, ekoloji kelimesini İngilizce dilinde kullanan ilk kişi ve Marx’ın çalışmalarına da ışık tutan yakın bir dostu idi. İtalyan mikrobiyolog Filippo Pacini ise kolera basilini o yıllarda betimlemiş ve izole etmişti ama buluşunu onaylayacak ve yayacak güçlü bir siyasal aygıtın desteğinden yoksundu. Yine de bu tarz çalışmalar, Marx ve Engels gibi toplumu ve doğayı bütünlüklü bir şekilde kavramaya ve açıklamaya çalışan sosyalistlerin dikkatinden kaçmıyordu. Sanayi-çevre ilişkisine diyalektik bir bakış açısına sahip olan 19. yüzyıl sosyalistleri, kapitalizm ile ekolojik yıkım arasındaki bağı daha o yıllarda ortaya koymuşlardı.

Sermaye cephesinde ise yumurtanın kapıya dayanması için neredeyse bir asır geçmesi gerekecekti. 1960’lı yıllar, çevre felaketlerinin çoğalması sebebiyle “duyarlılığın” başladığı ve yoğunlaştığı zaman dilimleri oldu. Çöllerin yayılması, ormanların yok olması, toprak erozyonu, asit yağmuru ve kentlerde hava kirliliği gibi kaygılar, 1970’lerden itibaren, emperyalist devletlerin ve uluslararası kurumların gündemine girdi, en üst düzey katılımla onlarca toplantı ve ‘zirve’ yapıldı. Ancak onların ‘sürdürülebilir’liği halklar için ‘süründürülebilir’likle sonuçlandı. Çünkü sorunu, büyümek ve yayılmak için birbiriyle rekabet eden devletlerin ve şirketlerin hukuku içerisinde çözmek imkansızdı. 1980’lere gelindiğinde, insan faaliyetlerinin gezegen çapında bir bozulmaya yol açtığı açıkça görülmüştü. Üstelik öncekilere ek olarak bu sefer, ozon deliği, küresel ısınma gibi tüm insanlık için hayati sorunlar ortaya çıkmıştı. İmzalanan uluslararası anlaşmalar, çevreyi ve doğayı korumak yerine metalaştırmaya ve piyasalaştırmaya hizmet etti.  Ne de olsa neoliberal dönemin başat özelliği, piyasa dışı kalan ne varsa (hava, su vb.) pazar ilişkilerine dahil edilmesiydi. 2000’li yıllar ise iklim krizinin, yaşamsal ve toplumsal boyutlarıyla tüm gezegeni, bilhassa da dünyanın her yerindeki yoksul halkları etkilemeye başladığı bir dönem olmasına rağmen özel jetleriyle iklim zirvelerine gidenlerin, insanları değil dolarları ön plana alan ‘çözüm’ önerileri işlevsiz kalmaya devam etti. 

Kapitalizmin Yeşili, Doğanın Değil Doların Rengidir

“Bununla birlikte doğa üzerinde kazandığımız zaferlerden dolayı kendimizi pek fazla övmeyelim. Böyle her zafer için doğa bizden öcünü alır. Her zaferin beklediğimiz sonuçları ilk planda sağladığı doğrudur. Ama ikinci ve üçüncü planda, büyük çoğunlukla ilk sonuçları ortadan kaldıran bambaşka, önceden görülmeyen etkileri vardır.” (Engels, 1996: 196).

Yeryüzü, binlerce yıldır hayatın yeniden üretilmesi için çalışan bir ekosistemdir. Bugün ise kapitalizmin sosyo-ekonomik sistemi öyle bir boyuta ulaşmıştır ki temel gezegensel sınırları zorlamakta, karbon döngüsü, ormanlar, okyanuslar, kısacası yeryüzündeki tüm ekosistemler gözle görünür bir düşüş yaşamaktadır. Mevcut sistemin doğasında işleri yoluna koyabilecek bir nitelik yoktur, bunun için toplumun dibinden başka güçlere ihtiyaç vardır. Zira kapitalizm, doğası gereği kendi genişlemesinde hiçbir sınır tanımaz; ne bir bütün olarak ekonomide, ne zenginler tarafından istenen kârda, ne de şirketlerin daha fazla kâr elde etmesi için insanları yönlendirildiği sürekli artan tüketimde… Büyüme geçici bir süre için bile durursa sistem krize girer. Dolayısıyla kapitalizmde çevre ve doğa, insanların diğer türlerle birlikte yaşamak zorunda olduğu, belli sınırları olan bir yer değil, iktisadi genişleme sürecinde sömürülmesi gereken bir kaynaktır.

Dünyanın neredeyse tamamına egemen olan ve tek güdüsü sonsuz derecede biriktirmek olan kapitalizm, emek sömürüsünün olduğu gibi ekolojik (ve toplumsal) tahribatın da müsebbibidir. Gezegenin kaynakları sınırsızmış ve atıkları emecek doğal çöplükler varmış gibi işleyen sistem, bir yandan insanlığı açlığa sürüklerken öte yandan insan ihtiyaçlarının ötesinde tüketimi teşvik ediyor. Kişisel mülkiyet düzeni, insanın doğasında olduğu iddia edilen rekabet, açgözlülük ve bencilliği doğuruyor. Özgürleşmenin yolunun, hep daha fazlasına sahip olmaktan geçtiği yanılsaması yayılıyor.

Buradan da anlıyoruz ki; kapitalizm yalnızca bir ekonomik sistem değildir. O, zenginlik ve birikim sistemini desteklemek için kültürel, politik, hukuki ve toplumsal sistemi de kurgular; varlığını garantilemek için yeni bir insan inşa eder. Kapitalizmde insanlar, ekolojik bir bütünün parçası olduğunu unutup ekonominin hizmetine girer. Böyle akıl dışı bir sistemin düzgün işlemesi için aile, okul, medya, işyerleri aracılığıyla, hırs, bireycilik, rekabet, diğerinin sömürülmesi ve tüketimcilik sürekli aşılanır. Topluma karşı sorumluluk yok olur gider. Bu özellikler, ezelden ebede insan doğasıymış gibi gösterilir ve başka bir toplum hayâl bile edilemez hale gelir. Oysa kapitalizm, özel mülkiyeti ve bireyciliği aşırı bir şekilde destekleyen, bugüne kadar yaşanmış tek toplumsal sistemdir. Kapitalist olmayan insan toplumları, paylaşım ve gruba karşı sorumluluk gibi nitelikleri teşvik ederek uzunca bir süre (insanın ortaya çıkışından bu yana geçen zamanın %99’undan fazlasında) ayakta kalmışlardır. Bunun tekrar gerçekleşeceğinden kuşku duymak yersizdir.

Kapitalizmin iki temel ayağından biri, üretim araçlarının mülkiyetinin sermaye sınıfının elinde olması ve halkın üretim araçlarından yoksun kalmasıdır. Bu sebeple emekçi sınıflar, emek gücünü piyasada satmak zorunda bırakılır. Piyasada satın alınan iş gücü kendini yenileyecek zaman dışında, hep daha çok çalışmaya zorlanarak, artı çalışma zamanında üretilen ürüne sermayedar tarafından el konulur. Böylelikle, sürekli artı değer elde etme arayışındaki sermayenin büyümesi devam eder. Bu süreç sermayeyi, egemen bir güç olarak yarattığı için emekçi insan yalnızca bir iş gücü haline gelir.

Kapitalizmin ikinci ayağı ise, tıpkı emek gibi doğanın da araçsallaştırıldığı bir üretim sürecidir. Toplumsal zenginliğin bileşeni olarak doğa da hammadde ve kaynak olarak ele alınarak sadece üretimin bir girdisine indirgenir.

Toplumun maddi zenginliği emek ve doğa olmasına karşın; kapitalizm, emek gücünü iş gücü, doğayı da hammadde ve kaynak olarak ele alır. Kapitalizm, sermaye birikimini ve büyümesini bu iki unsurla gerçekleştirir. Dolayısıyla doğa varlıklarının doğal kaynak haline getirilmesi süreci ile emeğin işçileştirilmesi kaçınılmaz bir birlik içinde ilerler. Bu birliğin kendisi ise ekososyalistler için ekolojik krizin ta kendisidir.

İnsan-Emek-Doğa ve Sosyalizm

“İşte böylece her adımda anımsıyoruz ki, hiçbir zaman başka bir topluluğa egemen olan bir fatih, doğa dışında bulunan bir kişi gibi, doğaya egemen değiliz; tersine etimiz, kanımız ve beynimizle ondan bir parçayız, onun tam ortasındayız. Onun üzerinde kurduğumuz bütün egemenlik, başka bütün yaratıklardan önce onun yasalarını tanıma ve doğru olarak uygulayabilme üstünlüğüne sahip olmamızdan öteye gitmez.” (Engels, 1996: 196)

Fight Club filminde Edward Norton’un kendi kendisiyle kavga ettiği sahnedeki gibidir insanın doğa ile mücadelesi. Yumruğu atan da yiyen de aynı kişidir. Yine de bu mücadele sürüp gidiyor asırlardır. Tarihi yapmak için yaşamını sürdürmek zorunda olan insan, her şeyden önce yemek, içmek, barınmak zorunluluğuyla karşı karşıyadır. Bunun için de emek dolayımıyla dış doğa ile bir ilişki kurar, onu değiştirir. Bu değişim, insan doğasında da bir değişime vesile olur. Üretim faaliyetiyle toplumsallaşan insan ile doğa arasındaki bu birlik ve çatışma, her çağda, her üretim biçiminde farklılaşarak devam eder. Böylelikle, kapitalizm koşullarındaki ücretli emek ile birlikte, insan, emeğine, ürününe, doğaya ve kendisine yabancılaşır. Artık emeğinin ürünü, insana veya topluma değil sermayeye aittir.

Oysa emek, insanla doğa arasındaki etkileşim ve insan yaşamını belirleyen sonuz bir zorunluluktur. Marx ve Engels (1969), doğa olmaksızın üretimin hiçbir türünün mümkün olmadığını yazar ve Gotha Programının Eleştirisi’nde “emek, tüm zenginliğin kaynağı değildir. Doğa da, emek kadar kullanım değerlerinin (ve elbette bu değerlerin içerdiği maddi zenginliğin) bir kaynağıdır” ifadelerini kullanır.

Marx (2015) kapitalizmin çevre felaketine yol açtığını daha ilk yıllardan görerek kaleme almıştır. 1843’te Yahudi Sorunu Üzerine makalesinde “özel mülkiyet ve para rejimi altında doğanın aldığı görünüm, doğaya yöneltilmiş bir hakaret ve doğanın pratik aşağılanmasıdır” demektedir. 1844 El Yazmaları’nda, büyük kentlerde görülen kirlilikten söz eder ve işçilerin yaşam koşullarını anlatırken “insan bir kez daha mağara hayatına dönmüştür ancak bu mağara, uygarlığın pis kokulu ve hasta edici soluğuyla kirlenmiştir” der. (Marx, 2021). Benzer yaklaşımları Doğanın Diyalektiği eserinde, Engels’te (1996) de görmek mümkündür. Sadece Marx ve Engels değil, 19. yüzyıl sosyalist bilim insanları, kapitalizm ile ekolojik bozulma arasındaki diyalektik bağı herkesten önce fark edenler olmuştur.

Reel sosyalizm deneyiminde ise Sovyetler Birliği’nin ilk yıllarında ekoloji konusunda başarılı adımlar atılmıştır. Ormanların,  nehir kıyılarının kamulaştırılması ve bugünkü özel çevre koruma bölgesi anlamına gelen Zopevednik uygulamaları ile doğanın korunması gibi… Ancak ilerleyen yıllarda bürokratik bir sosyalizm artığına dönüşen yönetim, (kapitalizmin yarattığı küresel doğa talanına yaklaşamasa bile) Çernobil nükleer faciasına ve Aral gölünün kurumasına sebep olmuştur. Bununla birlikte salt reel sosyalizmin pratiği göz önüne alınarak, sosyalist teorinin çevre/ekoloji konusunda başarısız olduğu sonucuna varmak yanlıştır. Başarısız olan sosyalist teori değil, tarihsel koşullar gereği, onun karikatürü durumuna düşen ve sürekli üretmek, büyümek ve hatta nükleer silahlanma konusunda kapitalizmle rekabete giren yanlış bir modelidir.

Ne kadar yenilgiye uğramış ve gerçekleştirilememiş olsa da, sosyalizm kavramı hâlâ sermayenin yerine geçmeyi temsil ediyor. Eğer sermayenin kesin olarak sürdürülemez olduğunu ve barbarlığa dönüştüğünü söylüyorsak, o zaman sermayenin yol açtığı krizleri alt edebilecek bir sosyalizm inşa etmemiz gerektiğini de söylüyoruz demektir. Eğer geçmişteki sosyalizmler bunu başaramadıysa ve biz barbarca bir sona boyun eğmeye karşı çıkıyorsak, başarıya ulaşan bir sosyalizm için mücadele etmek bizim yükümlülüğümüzdür. Luxemburg, o tarihi alternatifini dile getirdiğinden bu yana barbarlığın yüzyılımızı yansıtan biçimde değişmesi gibi, sosyalizmin adının ve gerçekliğinin de günümüz için uygun olması gerekir.

Ekososyalizm

“Her geçen gün bu yasaları daha doğru anlamayı öğreniyor, doğanın geleneksel akışına yaptığımız müdahalelerin yakın ve uzak etkilerinin farkına varıyoruz. Bu ilerlemeler ölçüsünde insanlar, doğa ile olan içiçe durumlarını yalnızca sezmekle kalmıyor, daha iyi de öğreniyorlar. Avrupa’da klasik çağın bitiminden bu yana ortaya çıkan, düşünce ile madde, insan ile doğa, ruh ile beden arasında bir karşıtlığın bu anlamsız ve doğaya aykırı düşüncesi bu ölçüde olanaksız duruma geliyor.” (Engels, 1996: 196).

Sosyalizm ve ekoloji, 19. yüzyılın sanayi kapitalizmine cevap olarak, birbirinden ayrı ancak yakından ilişkili ve genelde birbirlerine yaklaşan eleştiri biçimleri olarak ortaya çıktılar. Sosyalizm terimi ilk kez 1820’lerde İngiltere ve Fransa’da kullanıldı ve doğrudan işçi sınıfı mücadelesini işaret ediyordu. Ekoloji, kelimesi ilk kez 1864’te Ernst Heackel tarafından Darwin’in ‘doğanın ekonomisi’ kavramına atıfta bulunmak için ortaya atıldı. İngilizce diline ise Marx’ın yakın dostu zoolog Lankester tarafından 1867’da tercüme edilerek yaygınlık kazandı. Hülasa, insanlar arasındaki eşitsizliği uç noktalara taşıyan kapitalizmin, insan-doğa ilişikisini de bozduğunun fark edilmesi, birbirine çok yakın zamanlarda oldu ve bunu fark edenler, sınıf mücadelesi perspektifinden bakan (ve elbette o zamanlar adlarına ‘ekososyalist’ denmeyen) sosyalist bilim insanlarıydı.

Sermayenin, bilhassa da neoliberal dönemin gezegenin neredeyse her köşesinde yarattığı ekolojik yıkım, küresel adaletsizlikler, halkların yoksullaşması, doğa ve emek sömürüsünün had safhaya ulaşması, dünyanın dört bir yanında, birbirinden habersiz direnişler örgütlenmesine sebep oldu. Bu direnişlerde çevreci ve sosyalist hareketler buluşuyor, devrimcilerin gündemine ekolojist fikirler nüfuz ediyordu. Pek çok halkın kapitalizmin neoliberal yıkımına (nehirlerinin kirletilmesine, suların ticarileştirilmesine, ormanların metalaştırılmasına vb.) karşı verdiği mücadele ekolojisttir. Kamusal mülkiyeti savundukları, doğanın verdiklerini eşit ve adil bir şekilde bölüşmeyi talep ettikleri ve insan-doğa ilişkisini metabollik bir bütünlük içinde kurguladıkları oranda da sosyalisttir. Bir yandan emek mücadelesiyle ekoloji hareketlerinin iç içeliği, pratikte ekososyalizm talebini ortaya çıkarırken öte yandan da ekososyalist manifesto ve bildirgeler kaleme alınıp tüm dünyadaki devrimci partilerin programlarında yer almaya başladı. Böylelikle, çevre mücadelesinin politika üstü (sanki böyle bir kavram olabilmiş gibi), ideolojiden bağımsız, renksiz, kokusuz ve tarafsız olamayacağı; her halükârda sermaye egemeliğini karşısına alması gerektiği ve doğa ile bağını tekrardan kuracak yeni insanı yaratma sorumluluğu berraklaştı.

Şu da var ki; pek çok Marksist, devrime giden yolda sadece üretim ilişkilerini değiştirmeyi yeterli saymaktadır. Ekososyalistlere göre ise sadece üretim ve mülkiyet ilişkilerini dönüştürmek yetmez, üretici güçlerin yapısını, üretim aygıtının yapısını da değiştirmek gerekir. Üretim aygıtına, Marx’ın Paris Komünü deneyiminden yola çıkarak geliştirdiği Devlet aygıtına dair mantıkla yaklaşılmalıdır. Marx’a göre “işçiler, burjuva Devlet aygıtını ele geçirip onu proletaryanın hizmetine koşamazlar; hayır, bu imkânsızdır, zira burjuva Devlet aygıtı asla işçilerin hizmetinde olamaz. O halde bu Devlet aygıtını yıkıp başka türlü bir iktidar kurmak gerekir.”

Ekososyalist mücadelede bu mantık üretim aygıtına da uygulanmalıdır. Örneğin kamulaştırılan ve sermayenin kovulup işçilerin öz yönetimine geçen bir fabrikada emeğin hakları iyileştirilirken aynı zamanda doğaya uyumlu üretim yöntemleri geliştirilmelidir. Bireysel otomobil üreten fabrikalar yerine güneş enerjili hafif raylı toplu taşıma araçlarının üretilmesi; AKSA’nın kamulaştırılması halinde, bir geçiş programıyla fosil yakıt kullanılmasından vazgeçilmesi, yani üretim aygıtının yapısının da değişerek ekolojikleşmesi şarttır. Ancak üretim aygıtını ve mülkiyet biçimlerini dönüştürmek de yeterli değildir; tüketim kültürünü, tüketimciliğe dayalı tüm bir hayat tarzını da dönüştürmek gerekir.

İşte ekososyalizm, kapitalizmin dayattığı para kültürünün bir gün bir kenara bırakılmasına yönelik, gündelik hayattaki bir devrim olarak düşünülmelidir. Kararları “piyasa yasaları” veya otoriter bir siyasetçinin değil halkın kendisinin, demokratik bir planlama süreciyle, kendi önceliklerini düşünerek aldığı bir ekonomik modeldir. Bu geçiş, insanları sadece yeni bir üretim biçimine ve daha eşitlikçi, daha dayanışmacı, daha demokratik bir topluma götürmekle kalmayacak, paranın, reklamlarla yapay şekilde üretilen tüketim alışkanlıklarının ve gereksiz metaların sonsuz üretiminin egemenliğinin ötesinde yeni bir ekososyalist uygarlığa da götürecektir. Size hayâl gibi mi duyuldu? Ekotopya romanının yazarıErnest Callenbach’a (2010) kulak verin: “Hayal kurmak küçümseniyor! Oysa kendi geleceğimizi kazanabilmek için önce hayal kurmalı, bize dayatılan hayatları sevmiyorsak kendimizi ifade edecek hayatları hayal etmeyi becermeliyiz. Zira, hayat hakkında çok kafa yoran ünlü sakallının dediği gibi, insan önüne sorun olarak koyduğu şeyleri çözer.”

Kaynakça

Callenbach, E. (2010). Ekotopya. Agora.

Engels, F. (1996). Doğanın Diyalektiği. Sol Yayınları.

Marx, K. (2011). Kapital 3. Cilt. Sol Yayınları.

Marx, K. (2015). Yahudi Sorunu Üzerine. Altıkırkbeş Yayınları.

Marx, K. (2021). 1844 El Yazmaları. İletişim. Marx, K. & Engels, F. (1969). Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi. Sol Yayınları.