ABD Hegemonyasının Dünyadaki ve Orta Doğu’daki Geleceği – İlksoy Aslım

İlksoy Aslım

Özne Sayı 5

İlkbahar 2025

Öz

Günümüzde küresel politikaları takip etme konusunda zorluklar yaşandığı büyük çoğunluk tarafından kabul edilmektedir. Soğuk Savaş döneminde siyah-beyaz ayrımı söz konusu olup sorulara cevap vermek  kolayken, günümüzde gri alanların artmasıyla cevaplar üretebilmek zorlaşmıştır. Bu nedenle yaşadığımız süreç ‘belirsizlik çağı’ olarak nitelendirilmektedir. Bu çalışma, değişen dünyayı Amerika Birleşik Devletleri (ABD) dış politikası çerçevesinde anlamayı amaçlamıştır. Tüm dünyada olduğu gibi ABD’nin Orta Doğu politikaları da onun küresel politikaları çerçevesinde şekillenmiştir. Donald Trump’ın ikinci kez başkanlık koltuğuna oturmasının üzerinden çok kısa bir zaman geçmesine rağmen  hem dünyada hem de Orta Doğu’da yarattığı/yaratacağı etkiler yoğun bir şekilde tartışılmaya başlanmıştır. Trump’ın yeni döneminin geçmişten bir kopuşu mu yoksa bir dönüşümü mü anlattığı bu çalışmanın cevaplamaya çalışacağı sorulardan biri olacaktır. Bu çalışma olayları tarihsel bir perspektiften ele alacak ve özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin kurduğu ‘kurallara dayalı kapitalist sistem’in ne anlama geldiğini anlamaya çalışırken  geleceğin nelere gebe olduğu hakkında öngörülerde bulunacaktır.

Anahtar kelimeler: ABD, Orta Doğu, hegemonya, liberal ekonomik sistem, SSCB ve Çin.        

Giriş

ABD’nin Orta Doğu’ya ilgi göstermesi İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlamıştır. Savaş yorgunu Birleşik Krallık 1947’de bölgedeki “sorumluluklarını” ABD’ye devretmiştir. Truman Doktrini’nin ilanıyla ABD, Yunanistan ve Türkiye üzerinden bölgeye girmiştir. Yeni doktrinle geleneksel izolasyon politikası sona ermiştir. ABD yeni dönemde dünya politikalarının yaratıcısı ve yeni dünya düzeninin de kurucusu olmuştur.   

ABD Soğuk Savaş döneminde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’yle (SSCB) hegemonya mücadelesi yapmıştır. Bu dönemde taraflar mücadelelerini ekonomik, askeri, politik, ideolojik ve kültürel alanlarda sürdürmüşlerdir. 1991’de SSCB’nin yıkılmasıyla ABD tek süper güç olarak dünya politikalarını belirlemeye devam etmiştir. Tek kutuplu sistem uzun sürmemiş ve Çin Halk Cumhuriyeti (Çin) ABD’nin hegemonyasını tehdit etmeye başlamıştır. ABD kendi pozisyonunu korumak amacıyla Barack Obama döneminden itibaren Çin’e yönelik çevreleme politikalarını başlatmıştır. ABD’nin hedefi kendi yarattığı sistemin devamını sağlamaktır. Bu da ancak ABD hegemonyasının sürdürülmesi ve tehditlerin SSCB örneğinde olduğu gibi ortadan kaldırılmasıdır.  

ABD’nin Dünya Politikasına Girişi ve Yarattığı Sistemin Ana Özellikleri

Genellikle ABD’nin 1823 ile 1945 yılları arasında dünya politikasından soyutladığı düşünülmüştür. Başkan James Monroe 1823’te Kongre’de yaptığı bir konuşmada ABD’nin, Avrupalı devletler arasındaki çatışmalardan uzak duracağını belirtmiştir. Buna göre ABD, Monroe Doktrini’nin ilanı ile Avrupa politikalarına katılmayacak ve Avrupa devletleri de onun nüfuz alanı olan Amerika kıtasındaki konulara karışmayacaklardı. Ancak ABD sözünü tutmamış, örneğin Venezuela ile Birleşik Krallık arasındaki çatışmaya karışmış (1893), Havai adalarını kendi topraklarına katmış (1897) ve 1898’de İspanya ile büyük bir savaşa tutuşmuştur (Schulzinger, 1998: 3). Kısaca ABD’nin dünya politikalarına dahil olması kendi gücüyle alakalıydı ve  kendisini güçlü hissettiği dönemlerde emperyal politikalarını sürdürecektir.  

ABD 20. yüzyılın başına kadar izolasyonuna devam etmiş, askeri alana yatırım yapmak yerine ekonomik gelişmeye odaklanmıştır. ABD bu süreçte iki kez dünya savaşlarına dahil olarak izolasyon politikalarını esnetmiştir. ABD’nin dünya savaşlarına katılması totaliter rejimlerin savaşları kazanmalarını engellemek amacını taşımıştır zira ABD’nin sahip olduğu sistem totaliter bir ortamda yaşayamazdı.  

ABD, İkinci Dünya Savaşı sonrasında izolasyon politikasına dönmemiş ve yeni dünya düzeninin kurulmasına önderlik etmiştir. Savaş sırasında ittifak yaptığı komünist SSCB ile ilişkileri bozulunca savaş sonrasında ABD ve SSCB kendi bloklarını oluşturmuşlardır. ABD’nin kurduğu liberal ekonomik sistem küresel anlamda etkili olmuştur. SSCB’nin sosyalist sistemi özerk bir yapıya sahip olsa da ABD’nin kurduğu dünya sistemine bir ölçüde bağlı olmak durumundaydı. İlhan Uzgel ABD’nin kurduğu uluslararası sistemin “dikey ve hiyerarşik bir yapı üzerine inşa” edildiğini belirtmiştir (Uzgel, 2004: 7). Uzgel’in saptamasıyla kapitalist düzenin siyasal üst yapısını ABD oluşturmakta ve NATO, IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlarla sistemin devamı ve yeniden üretimi gerçekleştirilmekteydi.

Yeni ekonomik düzenin nasıl oluştuğuna kısaca bakılırsa ABD Dışişleri Bakanlığı ve Dış İlişkiler Konseyi’nin bu süreçte önemli rolleri olduğu görülecektir. İki kurumun çabasıyla Washington’un dış politikasının ana hatları çizilmiştir. Buna göre ABD, yatırımcıları ve ihracatçıları için ‘Büyük Alan’ öngörmüştür (Gill, 1990: 126). Bu alanın oluşabilmesi için sömürgeciliğin sona ermesi ve ulusların kendi kaderini tayin etmesi gerekmiştir. Almanya ve müttefiklerini mağlup etmenin ABD için yeterli olmayacağı düşünülmüş ve ABD’nin yaşayabilmesi için entegre liberal ekonomik bir alana ihtiyaç duyulduğu belirtilmiştir. Bu da eski sömürgeci Büyük Britanya’nın imparatorluk yapısının ortadan kaldırılmasına neden olmuştur. ABD’nin Büyük Britanya ile stratejik işbirliğinin temeli ise 1941’deki Atlantik Antlaşması’yla (Atlantic Charter) atılmıştır. ABD’nin büyük alana sahip olabilmesi karşılığında Büyük Britanya’nın yıkılması sağlanmış ve karşılığında Birleşik Krallık ABD’nin stratejik ortağı olmuş, ‘kaderleri’ ortaklaşmıştır. Dış İlişkiler Konseyi “Büyük Alan” içinde “serbest ticareti” ve “Amerikan” yatırımları için “New Deal” anlayışının uluslararasılaşmasını öngörmüştür. Böylece ABD’nin kurduğu sistem küresel düzeyde kabul görecekti.

Soğuk Savaş döneminde “çevreleme” terimi ABD için SSCB’yi mevcut sınırları içinde tutmayı ve böylece küresel liberal ekonomik ve politik bir düzen kurmayı hedeflemiştir. ABD açısından ‘özgürlük’ ve komünizm arasındaki mücadele dünya politikasını belirleyen ana faktör olmuştur. Bu bağlamda ABD ‘özgür’ dünyanın komünizme karşı mücadelesinde ‘ahlaki’ bir sorumluluk ve misyon yüklenmiştir. ABD bu anlayış çerçevesinde SSCB’yi bölgesel savunma örgütleri ile çevrelemiştir. ABD ‘özgür dünya’yı koruma sorumluluğunu yüklenince dünya politikasına karar verme ve onu düzenleme imtiyazına da sahip olmuştur (Leche, 1966: 309-310).

Anlaşılacağı gibi, ABD uluslararası sistemi oluştururken öncelikle kendi çıkarlarını gözetmiştir. Ancak ABD kendi çıkarlarının tüm devletlerin çıkarları olduğunu savunmakta oldukça başarılı olmuştur. Robert Cox, Antonio Gramsci’nin İtalyan devletinin oluşturduğu hegemonya kavramını uluslararası ilişkiler teorisine uygulayarak ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurduğu düzenin kökenini anlayabilmemizi sağlamıştır (Cox, 2013: 559-565). Cox 1983’te Millenium’da basılan makalesinde ABD’nin hegemonyasını oluşturmada uluslararası örgütlerin durumunu anlatırken rıza ve şiddet kavramları arasındaki ilişkiyi açığa çıkarmıştır. Sisteme uyan devletler mevcut yapının devamına rıza gösterirken karşı çıkanlar ise şiddet dahil çeşitli yöntemlerle ‘terbiye edilmeye’ çalışılmıştır. Kısaca devletler kapitalist sistem içinde yaşayabilmek için ABD’nin belirleyiciliğinde oluşturulan “kural temelli sisteme” uymak zorunda kalmışlardır. Aksi durumda ‘haydut devlet’ veya ‘başarısız devlet’ olarak nitelendirilmişlerdir. Sistem dışı olarak görülen ülkeler Kuzey Kore, Libya, Irak, Suriye ve 2014 sonrasında Rusya örneğindeki gibi çeşitli yaptırımlarla sisteme uymaları sağlanmaya çalışılmıştır. İlerde belirtileceği gibi Libya, Irak ve son günlerde Suriye’ye yaptırımlar, şiddet kullanımı ve ‘iç savaş’ sonucunda rejimleri değiştirilerek neo-liberal ekonomik sisteme dahil edilmişlerdir. 

Dünya Politikalarında Çin ve Orta Doğu’ya Yaklaşımı

Halk Kurtuluş Ordusu’nun Beiping şehrini ele geçirmesiyle 1949 yılı başında iç savaş sona ermiş ve Çin Halk Cumhuriyeti kurulmuştur (Dillon, 2016: 285). Çin uzun yıllar Birleşmiş Milletler’de (BM) Çin halkını temsil edememiştir. 1949’da sonra Çin Cumhuriyeti’nin devamı sayılan ve Tayvan adasının yönetimde olup ABD tarafından desteklenen milliyetçi hükümet      BM’de Çinlileri temsil ediyordu. Çin Halk Cumhuriyeti ordusu Kore Savaşı’nda BM ordusu olarak görev yapan ABD güçlerine karşı Kuzey Korelilerle birlikte çatışmalara katılmıştı. Kore Savaşı sırasında komünist koalisyona silah ve mühimmatı büyük ölçüde SSCB karşılamıştır. Sovyet Kızıl Ordusu’nun ABD’ye karşı savaşması çok sınırlıydı çünkü Joseph Stalin ABD ile doğrudan çatışmaya katılmayı istememişti (Xiaming, 2002). ABD ile savaşmak istemeyen SSCB 1969’da sınırda bulunan ihtilaflı bir ada yüzünden Çin’le çatışmak durumunda kalmıştır (Baby, Tarihsiz). Sonrasında ilişkiler yumuşamış ancak SSCB yıkılana kadar tamamen düzelmemiştir. Henry Kissinger ABD Başkanı Richard Nixon tarafından 1969’da Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak atanmıştır. Kissinger, uluslararası politikanın büyük devletler tarafından yürütülmesi gerektiğini düşünen ve bunların dünya politikasında etkin olmaları gerektiğine inanan bir kişiydi. Kissinger’a göre, Çin önemli bir uygarlığın yaratıcısı ve Westphalia devlet sisteminin önemli bir sütunuydu (Kissinger, 2014: 226-228). Kissinger, SSCB-Çin ilişkilerinin gergin olmasından yararlanarak Çin temsilcileri ile görüşmeyi başarmıştı. Çin, ABD ile ilişkilerini düzelttikten sonra BM’de Çinlileri temsil etmeye başlamış Tayvan ise örgütten uzaklaştırılmıştır. ‘Tek Çin’ politikasında anlaşmak Çin-ABD ilişkilerinin itici gücü olmuş sonrasında ekonomik işbirliği kurulmuştur. BM sisteminin bir üyesi ve Güvenlik Konseyi üyesi olan Çin dünya politikalarını daha yakından takip etmeye başlamıştır. Çin, ABD ile yumuşama yaşarken Orta Doğu’daki yaşananları takip edebilmiştir. Çinliler, özellikle Kissinger’ın İsrail ve Mısır arasındaki arabuluculuk çabalarını takip etmişlerdir. Ayrıca Mısır’ın SSCB ile yakın ilişkisini sonlandırıp ABD’ye yaklaşmasının nedenlerini kavramıştır. Mısırlıların yıllar içinde öğrendikleri gerçek SSCB’nin değil ancak ABD’nin İsrail’i etkileyebileceğiydi. Bu inançla, Mısır liderliği 1973 Arap-İsrail Savaşı sırasında bir barış anlaşması imzalayabilmek için İsrail üzerinde etkisi olmayan SSCB cephesinden ayrılmaya karar vermişti (Smith, 2005: 228). Çin’in 2023’te İran-Suudi Arabistan arabuluculuğunu antlaşmayla sonuçlandırmış olması ve günümüzde Ukrayna savaşını sona erdirmek için taraflar arasında arabulucu olmaya soyunması önemlidir çünkü bu misyon önceleri ABD tarafından yürütülmüştü. 2023’te Çin uzun süredir dondurulmuş olan İran ve Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin başlatılması için arabulucu olmuş sonuçta taraflar diplomatik ve ekonomik bağlarını yeniden kurmuşlardı (Al-Sarmi ve Al-Manji, 2023). Çin 2024’te bu kez iki paralel diplomatik girişimi aynı anda yürütmeyi başarmıştır. İlk olarak Çin Dışişleri Bakanı, taraflara Pekin Deklarasyonu’nu imzalatarak bölünmüş durumdaki on dört Filistinli grubu birleştirmek için başarılı bir arabuluculuk yapmıştır. Birleşme, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) çatısı altında olacak ve Filistin topraklarında yani Batı Şeria’da, Kudüs’te ve Gazze’de tek yetkili olacaktır (Yazıcıoğlu, 2024). Daha önce açıklandığı gibi diğer girişim Ukrayna-Rusya çatışmasına arabuluculuktu. Son yıllarda Çin’in Orta Doğu’daki ekonomik çabaları önemlidir ama politik etkinlik anlamında ABD’nin gerisindedir.  

ABD Dış Politikasının Orta Doğu’da Uygulanması

            ABD Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi sonrasında da Orta Doğu’da petrolün Batı’ya engelsiz ulaştırılması, bölgedeki ABD’li yatırımcılarla İsrail’in güvenliğini ve düşman bir gücün bölgede etkin olmamasını sağlamaya çalışmıştır. ABD Türkiye, İran, Irak ve Pakistan’ın katılımıyla Bağdat Paktı’nın kurulmasını örgütlemiştir (Stefanidis, 1999: 184). Orta Doğu’nun istikrarı ve ABD’nin müttefiklerinin güvenliği özel bir önem kazanmıştır. Washington’un Orta Doğu politikalarına doğrudan katılımı Mısır, Irak ve Suriye’deki krallık rejimlerinin değişip ABD karşıtı unsurların iktidara gelmesi ve SSCB’nin bunlarla iyi ilişkiler kurarak bölgedeki etkisini artırması sonucu olmuştur (Aslım, 2006: 34-35). Aslında ABD açısından Orta Doğu’da zor günler daha önce, İsrail devletinin kurulmasıyla başlamıştı. Yeni devletin, Arapların arzusu dışında kurulması, onların İsrail’e bakış açısı, Orta Doğu’da ABD dış politikasına büyük zorluklar yaratmıştır (Pranger, 1998: 438, 441-442). Bunun nedeni, ABD için ana tehdit  SSCB iken, Araplar açısından ana tehdidin İsrail olmasıydı. Başlangıçta ABD, Arap ülkeleriyle olan ilişkileriyle İsrail arasında bir denge kurmak zorunda kalmıştı ancak bu denge süreç içinde İsrail lehine bozulmuştur. Soğuk Savaş döneminde İsrail ile Araplar arasındaki savaşlarda SSCB’nin Arapları desteklemesi neticesinde ABD’nin de İsrail’e olan desteğini artırmıştır. Sonuçta İsrail Birleşik Krallık’tan sonra ABD’nin dünyadaki ikinci stratejik ortağı olmuştur.

            ABD’nin küresel dış politikalarının çerçevesine uygun olarak bölgesel politikaların şekillendirildiği daha önce ifade edilmişti. Başkan Bill Clinton döneminde ABD-Çin ilişkileri sorunsuzdu ve stratejik ortak olma seviyesinde olduğu ifade edilmiştir. Obama döneminde ise ABD, Çin’e yönelik politikasında hızlı bir değişiklik yapıp onu rakip devletler sınıfına almıştır (Lieberthal, 2011). Süper güç olma yolunda ilerleyen Çin’e karşı çevreleme  politikası daha sonraki başkanlar tarafından da sürdürülmüştür. Trump ve Biden dönemlerinde ABD, ilan edip uyguladığı Hint-Pasifik Stratejisi içinde Çin’e yönelik çevrelemeye daha fazla ağırlık vermeye başlamıştır. ABD, Asya-Pasifik’teki bölgesel müttefikleri ile ilişkilerini geliştirip güçlendirmiş, bölgesel müttefikleri arasındaki ilişkilerin gelişmesini teşvik etmiştir. Özellikle daha önce kurulmuş ve Avustralya, Hindistan, Japonya ve ABD’nin üye olduğu Quad’ın yeniden canlandırılmasına ve Avustralya, Birleşik Krallık ve ABD’nin oluşturduğu AUKUS’un faaliyetlerinin daha fazla artırılmasına çalışılmıştır (Küçükdeğirmenci, 2023). ABD ayrıca ikili antlaşmalarla diğer bölge ülkelerini Çin’e karşı çevreleme politikasına katmaya gayret sarfetmiştir.

Çin Halk Cumhuriyeti 2008’deki küresel dünya krizi sonrasında “yüksek teknolojili ürünlerin tek bir ülkede üretilemeyeceği ve birçok ülkenin tek bir ürünün tedarik zincirinde birbirine bağlanacağını, bu yüzden uluslararası taşımacılığın önemli olacağını” anlamıştır (Ergenç, 2024).  Çinli yöneticiler hızla devlet destekli bir proje üreterek Kuşak ve Yol Girişimi’ni hayata geçirmişlerdir. Çin bu proje kapsamında gelişmekte olan ülkelere altyapı yatırımlarını çoğaltmış ve aralarındaki ulaşımı kolaylaştırmak için kara ve deniz yollarını içerecek küresel ulaşım hatları inşa etmeye başlamıştır. ABD yanına AB başarısız olan Daha İyi Bir Dünyayı Geri Getir (B3W) ve Küresel Geçit projeleriyle Çin’e karşı alternatif geliştirmeye çalışmışlardır. ABD, Çin’in oluşturmaya çalıştığı yeni ticaret ağları dışında aynı coğrafyalara yönelik projeler geliştirmeye odaklanmıştır. ABD, Soğuk Savaş dönemindeki gibi uluslararası taşımacılık ağlarını birbirinden ayırmaya çalışmaktadır. ABD ve AB, Çin’in Kuşak ve Yol projesine karşı yeni bir proje üretmişler ve Hindistan ile Avrupa’yı bağlayacak bir koridoru hayata geçirmeyi planlamaktadırlar. Hindistan-Orta Doğu-Avrupa Koridoru’nu (IMEC) kurarak Çin’i dışlayacak bir hat hedeflenmektedir (Middle East Monitor, 2023; Ergenç, 2024). Hindistan çıkışlı projenin olası güzergahlarından birisinin İsrail üzerinden geçecek olmasının Gazze Şeridi konusundaki tartışmaları yakın zamanda körüklemeye başlaması mümkündür.

Suriye’nin Batı Dünyasına Entegrasyonu Neyi Sağlıyor?

Soğuk Savaş sonrasında ABD bölgedeki cumhuriyetlere yönelik baskısını artırmıştı. 2003’te ABD’nin oluşturduğu Çok Uluslu Koalisyon Kuvvetleri’nin askeri harekâtı sonrasında Irak’ta rejim değişmiş ve zayıf bir devlet yapısı ortaya çıkmıştır (Arı, 2004: 626-633). 2011’de başlayan Arap Ayaklanmaları sonucunda bölgede rejim değişiklikleri olmuş ve ABD açısından sorun olan Libya’da da rejim değişmiş, ülke parçalı bir yapı içinde kaosa sürüklenmiştir (Korany, 2013: 93). ABD (ve İsrail) açısından Suriye ve İran’dan gelebilecek tehditler sıkıntı yaratabilecekti. Suriye’de yaşanan rejim değişikliği Şam’ın tehdit olmaktan çıktığını göstermektedir. Bu nedenle önümüzdeki süreçte bölge ülkelerinden İran sıkıntı yaratabilecektir. Ancak İran’ın da yaşanan bu süreçte önemli kayıpları olmuştur. Bu nedenle son dönemde Suriye’de yaşanan gelişmelere daha yakından bakarak bu kez özelden genele yönelik bir değerlendirme yapabiliriz.

            Suriye’de Aralık başında kimsenin beklemediği hızda bir rejim değişikliği yaşanmıştır. İdlib’de konuşlanmış Heyet Tahrir Şam (HTŞ) örgütü kısa sürede Şam’ı ele geçirebilmiştir. Kısa sürede gerçekleşen bu başarının nedenleri Türkiye, İsrail, Birleşik Krallık ve ABD’nin desteğinde aranmalıdır. Ahmed eş-Şera (Muhammed Colani) liderliğindeki yeni yönetim özellikle Batı dünyasının beklentisi yönünde hareket ederek iş dünyasının liderlerine Suriye’nin “serbest piyasa modelini benimseyeceğini… yozlaşmış devlet kontrolünden küresel ekonomiye entegre edeceğini” belirtmiştir (Serbestiyet, 2024). Uzgel küresel bağlamda değerlendirdiği Suriye İç Savaşı’nı Ukrayna ve Tayvan’daki Batı ile Avrasya arasındaki gerilimin yansıması olarak değerlendirmiştir (Uzgel, 2025).

Yukarıda bahsedilen hedefler doğrultusunda ABD politikaları başarılı olmuş ve İsrail güvenceye alınırken bölge neoliberalizme ve küreselleşmeye eklemlenmiştir. Uzgel’in belirttiği gibi Suriye’deki rejim değişikliğinin “küresel siyasetin gidişatından İsrail’in güvenliğine, Kürt sorununun alacağı şekle, Rusya’nın üslerine, Filistin sorununa, İran’ın bölgesel etkisine ve tabii Türkiye’nin iç siyasetine yansımalarına kadar birçok gelişmeyi” etkilemiştir (Uzgel, 2025). Suriye’de kim kazandı sorusu rejim değişikliğinden sonra çokça sorulmuştur. En büyük kazananlar muhtemelen ABD ile İsrail olmuştur. Suriye İç Savaşı sürecinde dünya çapında çatışacağı öngörülen ve bölgede ticaret alanında ABD’yi geçen Çin sürece dahil olmamıştır. Suriye’de Beşar Esad’a destek veren Rusya ve İran ise Esad’la birlikte kaybedenler cephesinde görülmüşlerdir. Batı bu süreçte büyük ölçüde birlikte çalışmış (Taştekin, (2024a) bu da onlara SSCB ve Rusya’nın uzun süreli müttefikini iktidardan düşürme şansını vermiştir. (Taştekin, 2024 b). Yukarıda İsrail’in Suriye’de kazananlardan biri olduğu ifade edilmişti. Suriye’de rejim çökerken İsrail Golan Tepeleri’ndeki işgalini genişletebilmişti. İsrail bu süreçte muhtemelen kuruluşundan sonraki en rahat dönemini yaşamaktadır çünkü Suriye, Filistin ve Lübnan cephelerinden kendisine tehdit oluşturabilecek herhangi bir güç bulunmamaktadır.   

İsrail ömrünün en rahat dönemini yaşarken direniş cephesinin lideri olan İran’ın müttefikleri yenilmiş ve Akdeniz’le ilişkisi kopmuştur. İran’ın savaşabilecek durumda olan tek müttefiki Yemen’dedir. İran, ABD’nin müttefikleri arasında yalnız kalmıştır. Rusya ise on yıllarda müttefiki olan bir rejimi kaybetmenin sıkıntısını yaşarken Suriye’deki üslerini nasıl koruyacağının hesabını yapmaktadır. ABD’nin ise bölgede donanması, askeri üsleri ve müttefikleri mevcuttur. Suriye’deki ‘zafer’ ABD için çok az masrafla kazanılan bir başarı olmuştur (Uzgel, 2025). Türkiye İdlib’de HTŞ’yi dolaylı olarak korurken İsrail “Suriye ordusuna ve Hizbullah’a ait bütün kritik mevzileri, cephaneleri vurarak HTŞ’ye yol verdi. ABD, Suriye’de neredeyse asker kaybetmedi, lazım olduğunda savaş uçakları ve drone’larını uluslararası hukuku hiçe sayarak etkili bir şekilde kullandı” (Uzgel, 2025). Böylece ABD ve müttefikleri Orta Doğu’da hakimiyetlerini perçinlemiş oldu.

Trump’ın Dünyası ve Orta Doğu’ya Etkisi

Bahsedildiği gibi, Trump ikinci kez başkanlık koltuğuna  oturmuş seçmen de onun değişip değişmediğini sorgulamıştı. Genel kanı Trump’ın ilk dönemdeki acemiliğini üzerinden atmış olarak Beyaz Saray’a geleceği yönündeydi. Başkan Trump’ın koltuğa oturmasının ardından Meksika, Kanada ve Çin’e yeni gümrük vergileri getirdiğini ilan edince Aras Coşkuntuncel köşe yazısına Frederick Engels’in “Serbest Ticaret Sorunu Üzerine” isimli çalışmadan alıntı yaparak ona gönderme yapmıştı. Engels ilgili çalışmasında İngiltere’nin ülke içinde korumacı, yurt dışında ise serbest ticareti dayatması sonucunda Napolyon Savaşları’nın sonunda dünya ticaretinde tekel konumuna geldiğini anlatmıştı. Coşkuntuncel “içeride korumacı uygulamalar ile aynı anda dışarıya askeri güç ile serbest piyasa dayatmak, bu yolla bir avuç kapitalist tekelin hakimiyetini korumanın emperyalistlerin taktik kitabında olduğunu” hatırlatmıştır (Coşkuntuncel, 2025). Gerçekten de ABD ekonomisinin gücüyle boy ölçüşemeyecek olan Meksika ve Kanada Trump’ın daha önce talep ettiği konularda geri adım atmışlardır. Trump, Grönland ve Panama Kanalı’nı işgal planlarını açıklayınca onlar da geri adım atmışlardı. Örneğin Panama Trump’ın tehdidinden sonra Çin’in Kuşak ve Yol Projesi’nden çekildiğini açıkladı (Gazete Oksijen, 2025). Trump işadamı olarak pazarlık yapmayı sevmekte, yaparken de tehdit etmektedir. Küçük ve daha zayıf ülkeler açısından bu politika işlemektedir ama sürekli zor kullanmanın ABD’nin rıza-zor denklemini zaman içinde aşındırıp “kurallara dayalı liberal ekonomik sistemi” sarsabileceği hatırlanmalıdır.          

Neorealist John Mearsheimer Soğuk Savaş döneminde ABD’nin SSCB’ye yönelik çevreleme politikasının başarılı olduğuna inandığını belirtmiştir. Sovyet sisteminin çöküşü liberal ekonomik modelin “eski komünist dünyaya yayılmasına yol açmıştı”. Mearsheimer 1990-2004 yıllarının Batı, özellikle de ABD için altın yıllar olduğunu ifade etmiştir. ABD’nin Soğuk Savaş döneminde sorunlar yaşadığı Çin ve SSCB (ardılı Rusya) liberal düzenin temel ekonomik kurumlarına entegre olmuşlardır. O yıllarda ABD, Çin ve Rusya ile iyi ilişkiler içindeydi çünkü Başkan Clinton’ın bağlantı/engagement politikası işe yaramıştı (Mearsheimer, 2019: 26). Aşırı küreselleşme “Çin’in büyük bir güç olmasına ve Rusya’nın kendini büyük bir güç olarak yeniden kurmasına yardımcı” olmuştu. Mearsheimer neorealist olarak liberal uluslararası düzeni sürdürülebilir olarak görmüyordu ve ona göre bu sistem “başarısızlığa mahkûmdu”. Mearsheimer’a göre, “küresel güç dengesindeki değişim, liberal düzenin ön koşulu olan tek kutupluluğa son vermiş” ve çok kutuplu sistem ortaya çıkmıştır (Mearsheimer, 2019: 47). ABD, Çin ve Rusya’yı “liberal demokrasilere dönüştürmeye ve onları ABD’nin egemen olduğu liberal dünya düzenine dahil etmeye kararlıydı”. Mearsheimer’a göre Çin ve Rusya da liberal düzenin yayılmasına gerçekçi nedenlerle direndiler, çünkü bu ABD’nin uluslararası sisteme ekonomik, askeri ve politik olarak hakim olmasına izin verecekti. Örneğin ne Pekin ne de Moskova, ABD askeri güçlerinin kendi mahallelerinde, hatta sınırlarında olmasını istemiyor (Mearsheimer, 2019: 34). Mearsheimer’ın saptamalarına bakılırsa ABD’nin uyguladığı baskı politikası kendisinden zayıf ülkelerde işe yararken Çin ve Rusya açısından kabul edilemez görülmektedir. Çin mevcut ekonomik sistemden şikayetçi değilken ABD sistemin artık kendisinden çok Pekin’in işine yaradığını iddia ederek koruma önlemleri almaya yöneliyor. Bu da Çin’in kendi karşı önlemlerini gündeme getirmesine neden oluyor.  

Trump, dış politikadaki önceliğinin kendisinden önceki başkanlar gibi Çin’in yükselişini durdurmak olduğunu açıkça ifade etmiştir. Trump, Çin’e daha fazla konsantre olmadan halletmesi gereken sorunlar bulunmaktadır: Bunlar Ukrayna Savaşı’nın sonlandırılması ve yeni “Orta Doğu düzeninin” sağlanmasıdır. Trump, Hamas ile İsrail arasındaki “ateşkesin ivmesini kullanarak Abraham Anlaşmaları’nı” daha da genişletmeyi umut etmektedir. Hatırlanacağı gibi daha önce İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Fas aralarındaki ilişkileri normalleştiren Abraham Antlaşmaları’nı imzalamışlardı. Biden döneminde İsrail ve ABD antlaşmayı Suudi Arabistan’ı da kapsayacak şekilde genişletmeye çalışmış ama savaşın başlamasıyla görüşmeler durmuştu. Trump’ın bugünkü beklentisi Riyad’ın yeniden masaya dönmesiyken Riyad, Kudüs’ün Filistin devletine “güvenilir bir yol” taahhüt etmesini ön şart olarak öne sürmeye devam etmektedir (Staff ve Magid,  2025). Suudi Dışişleri Bakanı Prens Faysal bin Farhan “normalleşme ve gerçek istikrarın ancak Filistinlilere bir devlet vererek geleceğini” defalarca vurguladı. Bazı Arap devletleri Trump’ın süreci yeniden canlandırıp canlandıramayacağını görmek için bekliyor. Eğer Suudi Arabistan olumlu  adım atarsa kervana katılan Arap ülkelerinin sayısı artabilir. Suudi Arabistan’ın çekincelerini Veliaht Prens Muhammed bin Salman, Başkan Biden’ın dışişleri bakanı Antony Blinken’a anlatmıştı. Buna göre Salman, “nüfusumun (Arabistan’ın) yüzde yetmişi benden daha genç. Çoğunun Filistin meselesi hakkında pek bilgisi yoktu ve bu çatışmayla ilk kez tanışıyorlar. Bu çok büyük bir sorun… Filistin meselesi kişisel olarak umurumda mı? Değil ama halkım umursuyor, dolayısıyla bunun anlamlı olduğundan emin olmam gerekiyor” demişti. Sonrasında bu ifadelerin kullanılmadığını bir Suudi yetkilisi belirtti (Evrensel, 2023). Bu tür ifadeler duyarlı olan kesimler tarafından olumsuz karşılanmaktadır. Veliaht prens için bile halkın eğilimleri iktidarın korunması açısından önemlidir. Sonuçta, Salman kişisel düşüncesi farklı olsa bile Filistin devletinin kurulmasının sözünü almadan İsrail’le masaya oturmayacağını sürekli olarak ifade etmektedir.

Trump, Abraham Anlaşmaları’nı Arap ülkelerine yayma çalışmasına devam edecektir. Bu arada Trump büyük tepki alan bir talebini gündeme getirdi: Filistinlilerin Gazze’den sürülüp bu topraklara ABD’nin buralara el koyması. Trump toprakları ele geçirme fikrinin buraları imara açarak bölgeye istikrar getirmek olduğunu ifade etmiştir (Lawler ve Ravid, 2025). ABD başkanının bu yer değiştirme talebi Filistinli ve diğer Arap uluslar tarafından reddedilmiştir (Gritten, 2025; Magdy, 2025). Bu arada Almanya, Fransa, İngiltere ve İspanya gibi Avrupalı devletlerin yetkilileri de Trump’ın Gazze önerisine özellikle uluslararası hukuka aykırı olduğu için karşı çıkmışlardı (Gazete Duvar, 2025). Arap ve Avrupalı devletlerin tepkilerinin Trump tarafından ne kadar ciddiye alınacağı ilerleyen günlerde belli olacaktır. Trump’ın ABD’nin başkanı olması dünya çapında radikal sağcılar açısından umut oldu ve onu örnek alarak küresel çapta örgütlenmelerini pekiştirmeye çalışıyorlar (Euronews, 2025; Tılıç, 2025). Tılıç’ın ifade ettiği gibi vatandaşlık bilincine sahip olan herkesin radikal sağın bu yürüyüşüne “dur demek için önlerine duvar örmesi” gerekmektedir. Bu süreç ABD imparatorluğunun çöküş anı olabilir “ama çökerken milyonlarca insana acı çektirecek bir yürüyüş” de olmamalı.         

Sonuç

ABD’ninkendi kurduğudüzeninkurallarının kendisi tarafından reddedildiği bir süreç yaşanmaktadır. ABD’nin 20. yüzyılın başından beridir savunduğunu iddia ettiği demokrasi ve insan hakları kavramları günümüzde söylem düzeyinde bile kalmamıştır. ABD ile Çin arasındaki ‘karşılaşma’ henüz sertleşmedi ama önümüzdeki süreçte gerilimlerin şiddeti muhtemelen artacaktır. ABD, Çin’e karşı mücadelesinde Rusya’yı Ukrayna’da zayıflatmıştır.  Çin’le birlikte hareket edecek olsalar bile Rusya’nın vereceği destek daha zayıf olacaktır. ABD İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra elde ettiği imtiyazlı konumunu kaybedebileceği endişesiyle demokrat veya cumhuriyetçi başkanlar şiddeti ve korkuyu dünya halklarına yaşatmaya devam ediyorlar. Başkan Biden İsrail başbakanını Beyaz Saray’da karşılarken gösterdiği ihtimamı Filistin’de ve Lübnan’da çocukların, kadınların ve gençlerin öldürülmeleri için verdiği silah ve mühimmat için de göstermişti. Başkan Trump dünyaya barışı getirecek lider olarak lanse edildi. Panama, Filistin, Grönland, Kanada ve diğerlerine yönelik tehditler muhtemelen barışın inşa edilmesi için yapılmıyordur. Görünen odur ki Trump barış söylemleriyle birlikte dünyayı daha fazla totaliter yapmanın altyapısını hazırlamaktadır. ABD kaos yaratıcı bir ülke olarak yaşanan karmaşadan en fazla faydayı elde edebileceğini düşünmektedir. Trump da işadamı olmanın getirdiği bir anlayışla elini yükselterek pazarlık yapmaya ve “önce Amerika” söylemiyle dünyanın zenginliklerine el koymayı amaçlamaktadır. Çin mümkün olduğu kadar bu ekonomik düzenin sürdürülmesine çalışacaktır. ABD’nin haklı olduğu nokta gelinen noktada Çin’in daha fazla kazanmakta olduğudur. Geçmişte kurallara dayalı bir ekonomik sistem olduğu savunulurken şimdi ABD kuralları değiştirmeye çalışarak kendisinin kazanacağı bir sistemi getirmeye çalışmaktadır. Suriye’de 2011’de demokrasi talebiyle Esad yönetimine başkaldıran kesimlerin özgürlük meşalesi ellerinden alınarak terör nedeniyle aranan bir grup yönetime getirilmiştir. Bağlantısız Suriye artık Batı’ya bağımlı bir haldedir. Filistin ise evsiz, barksız, aşsız bir bölge haline gelmiştir. ABD ve Batı tüm demokrasi ve insan hakları söylemlerine rağmen yaşanan kötülüklerin birincil sorumlusudurlar. Kısaca Trump’ın yeni dönemi geçmişten kopuştur. Bu kopuşun ve kötü gidişin durdurulması tek tek bireylerden başlayarak, vatandaş olmanın sorumluluğuyla hareket ederek birlikte olmakla engellenebilecektir.       

Kaynakça

Al-Sarmi, S. & Al-Manji, S. (2023). Haghirian M. ve Al-Sarihi A. (der.) Pathways for Regional Environmental Cooperation in the Gulf.

Arı, T. (2004), Geçmişten Günümüze Orta Doğu: Siyaset, Savaş ve Diplomasi, Alfa yayınları.

Aslım, İ. (2006). Modernleş(tiril)en Ortadoğu’da Batı-ABD Mirası, Kıbrıs Yazıları, No. I.

Baby, J. (Tarihsiz), Pekin Moskova Çatışması, Özgün Yayın.

Cox, R.  (1983). Millenium, Diri, E. (der) Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinler, (İkinci Basım), 2013, Robert Cox, “Gramsci, Hegemonya ve Uluslararası İlişkiler: Metot Üzerine Bir Deneme”, Uluslararası İlişkiler Kütüphanesi.

Dillon, M. (2016). China: A Modern History, İ. B. Tauris.

Ergenç, C. (2024). “Kızıldeniz’den Orta Koridor’a yeniden çizilen rotalar”.

Euronews, (2025). ‘Zamanınız sona erdi:’ Aşırı sağcı liderler AB’nin ana akım partilerine meydan okudu.

Evrensel, (2023) Suudi Prens Selman’dan Blinken’a: Kişisel olarak Filistin meselesi umurumda değil.

Gazete duvar, (2025). Almanya, Fransa, İngiltere ve İspanya’dan Trump’a ‘Gazze’ tepkisi.

Gill, S. (1990).American Hegemony and Trilateral Commission, Cambridge University Press.

Gritten, D. (2025). Palestinians and Arab states reject Trump’s Gaza takeover proposal.

Hudson, M. C. (2013). The United States in the Middle East, (Ed.) Louise Fawcett, International Relations of the Middle East, Oxford.

Gazete Oksijen, (2025).

Mearsheimer, J. J. (2019). “Bound to Fail: The Rise and Fall of the Liberal International Order”, International Security, 43(4).

Middle East Monitor (2023). US, EU back corridor stretching from India to Europe via Middle East.

Kissinger, H. (2014). World Order, Penguin Books.

Korany, B. (2013). The Middle East since the Cold War: Initiating the Fifth Wave of Democratization? (ed) Louise Fawcett, 2013, International Relations of the Middle East, Oxford.

Kucukdegirmenci, O. (2023). “U.S. Strategic Containment of China Destined to Fail”

Lawler, D. ve Ravid, B. (2025). “Trump claims U.S. will “take over” Gaza and turn it into new “Riviera””

Lerche, C. O. (1966). The Crisis in American World Leadership”, The Journal of Politics.

Lieberthal, K. G. (2011). “The American Pivot to Asia”

Pranger, R. J. (1998). The Dimensions of American Policy in the Middle East, Peter J. Chelkowsky ve Robert J. Pranger, (ed) Ideology and Power in the Middle East, Duke University Press.

Schulzinger, R. D. (1998). US Diplomacy since 1900, Oxford University Press

Serbestiyet, (2024).

Smith, C., (2005). Arab-Israeli Conflict, in Louise Fawcett (ed.) International Relations of the Middle East, Oxford.

Stefanidis, I.D. (1999). Isle of Discord: Nationalism, Imperialism and the Making of the Cyprus Problem. Hurst.

Taştekin, F. (2024a). “Kimlerin hesabı Halep’te çakıştı”?

Taştekin, F. (2024 b). “Bir Devrin Sonu”

Tılıç, L. T. (2025).  Saray’da bir vaiz.

Uzgel, İ. (2004). “ABD Hegemonyasının Yeniden İnşası, Orta Doğu ve NATO”,

Uzgel, İ. (2025). Suriye’de yaşanan neydi?”.

Xiaoming, Z. (2002). China, the Soviet Union, and the Korean War: From an Abortive Air War Plan to a Wartime Relationship.

Yazıcıoğlu, Y. (2024). “Çin Neden Filistin Meselesine yakın ilgi gösteriyor”.