Bireysel Çözümler ve Yeşile Boyanmanın Karşı Konulmaz Hafifliği – Umut Ersoy

Umut Ersoy

Özne Sayı 3

Kış 2022

Yıllardır birikmekte olan küresel ekolojik tahribatın sonuçlarını artık daha sık yaşıyor, duyuyor, okuyor ve görüyoruz. Her geçen gün artan aşırı hava olayları; bir yanda aşırı yağışlar diğer yanda kavurucu sıcaklar, bir yanda kuraklık diğer yanda sel baskınları, orman yangınları, hortumlar… Biyoçeşitliliğin azalmasıyla yok olan türler, kıtlık, iklim göçleri, su kaynaklarının azalması, toprağın kirlenmesi, ormansızlaşma…

Her bölgeyi farklı farklı şekillerde de olsa, son toplamda tüm gezegeni etkileyen ve tehlike çanları uzun zamandır çalmakta olan ekolojik yıkımın merkezinde iklim krizi duruyor. Tahribatın boyutları ve görünürlüğü arttıkça ve buna bağlı olarak geleceğe dair tehditlerin boyutu büyüdükçe, krizi durdurmaya yönelik eğilimlerde de bir artış olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Genç kuşakların tetiklediği iklim eylemleri başta olmak üzere, çevre sorunları hem yerel hem de küresel gündemde kendine daha çok yer buluyor. Tartışmaların ana ekseninde küresel ısınmanın baş aktörleri olan sera gazları salınımının nasıl azaltılacağı var. Sera gazı salınımının başlıca etkenleri olarak enerji, ulaşım, tarım-hayvancılık, sanayi sektörleri ve atıklar sıralanıyor. Sorunun asıl kaynağı olan ve kârını artırmaktan başka derdi olmayan, kapitalist üretim ve paylaşım modelinin yarattığı büyümeye dayalı üretim ve tüketim ekonomisi es geçilerek üretilen sistem içi çözüm arayışları ise gerçekliğin duvarlarına çarpıp erimeye devam ediyor.

Karbon salınımını sınırlandırmak için çare olarak üretilen Kyoto Protokolü’nün başarısızlığına, gerek ülkelerin soruna uluslararası bir iş birliği ile cevap veremeyişleri gerekse de Paris Antlaşması’nın -aslında belirsizlikten başka- hiçbir şey vaat etmemesi de eklenince, ekolojik krize duyarsız kalamayan kitlelerin homurdanmaları da artıyor. Her geçen gün küresel ısınmanın katlanarak artmaya devam ettiğine, iklim krizinin önümüzdeki yıllarda daha da derinleşeceğine ve yıkıcı etkisini artıracağına dair bilimsel çalışmalara bir yenisi ekleniyor. Soruna sistem içi bir çözüm bulunamıyor. Hâl böyle olunca da, kitlelerin tepkisini sönümlendiren ve sorunun ana kaynağına yönelmelerini engelleyen ideolojik bir saptırmayla karşılaşıyoruz. Neoliberalizmin düşünce ve duygu dünyamıza yönelik yıllardır sürdürmekte olduğu postmodern saldırıların bir başka hali, iklim krizi ile bireysel mücadele yöntemleri olarak karşımıza çıkıyor. Bireysel çözüm önerileri veya itirazlar iyi niyetle yapılsa bile kapitalizmin bunları bir fırsata dönüştürmesi zor olmuyor.

“Yaşam Tarzı Değişiklikleri”

Özellikle batı ülkelerinde yaygınlaşan ama etkisini “gelişmekte olan ülkelerde” de gözlemleyebildiğimiz saptırmanın adına kısaca “yaşam tarzı değişiklikleri” diyebiliriz. Bu yaklaşıma göre karbon salınımını azaltmak için her birey yaşam tarzında değişiklikler yapmalı. Bireyler üstüne düşen sorumluluğu yerine getirip karbon salınımını azaltırsa, iklim krizine karşı mücadele etmiş olacaklar. İnternette, görsel ve yazılı ana akım medyada her gün karşımıza çıkan hayat tarzı değişiklikleri önerileriyle, bireylerin veya hanelerin karbon ayak izini azaltarak iklim kriziyle mücadeleye verebileceği katkıların önemi, istatistikler eşliğinde ballandıra ballandıra anlatılıyor. “İklim Kriziyle Mücadele Etmek İçin Yapabileceğiniz 10 Şey”, “Karbon Salınımını Azaltmanın 25 yolu”, “İklim Krizine Karşı Hemen Yapabileceğin 15 Şey” gibi listeler havada uçuşuyor. Bu listelerde neler yok ki; ampüllerinizi daha az enerji tüketen led ampüller ile değiştirin, eko aletler satın alın, ikinci el satın alın, çatınıza güneş paneli koyun, yeniden kullanılabilir kalemler alın, bisiklet kullanın, odalarınızı açık renklerle yeniden dekore edin, asansör kullanmayı bırakın, et tüketiminizi azaltın veya en iyisi sıfırlayın, sebze ve meyvelerinizi kendiniz yetiştirin, araba kullanmayın veya elektrikli arabaya geçiş yapın, uçakla seyahat etmeyin, organik gıdalarınızı kompost yaparak geri dönüştürün… Listeler kısalmıyor, aksine, en ince ayrıntısına kadar hesaplanmış bir şekilde uzayıp gidiyor. Öyle ki, öneriler daha az çocuk yapmanın veya hiç yapmamanın iklim krizi ile mücadele etmenin bir yolu olduğunu savunan araştırmalara kadar varıyor. Herkes et yemeyi bıraksa x kadar karbon salımının önüne geçebiliriz, bütün arabalar elektrikli olsa karbon ayak izimizi x kadar düşürebiliriz gibi önermelerin yanında sosyal medyada karşımıza çıkan infografikler yaşam tarzımızda yapacağımız değişikliklerle ne kadar su kaynağını kurtaracağımıza veya kaç tane ağacı kesilmekten kurtarmış olacağımıza dair çarpıcı bilgiler sunuyor.

İdeolojik Saptırma

Neoliberal akıl sorunun esas kaynağı olan üretim ve paylaşım ilişkilerini görünmez kılıp sorumluluğu bireylerin omuzlarına yıkıyor. Ekolojik tahribata karşı mücadelede başarılı olunup olunmayacağını bireysel tercihler belirleyecek demeye getiriyorlar kısacası. Kapitalizmin yıllardır sürdürdüğü ideolojik manipülasyonlar düşünüldüğünde bu yaklaşım şaşırtıcı değil aslında. Yıllardır düşünce ve duygu dünyamıza bireycilik, bireyin tercihlerinin esas belirleyici olduğu, başarının da başarısızlığın da tamamen bireysel tercihlere bağlı olduğu, bunun karşısında kolektif çabaların önemsiz ve değersiz olduğu, toplumsal ihtiyaçların ve toplumsal gayelerin bireyin özgürlüğünü sınırlayıcı otoriter yaklaşımlar olduğu salık verildi. Öyle ki eğer işsizseniz bu sadece ve sadece sizin tercihlerinizin sonucu; tarihsel süreçlerin ortaya çıkardığı sosyoekonomik altyapının ve çevresel faktörlerin bir önemi yok. Siz yanlış tercihler yaptığınız için iş bulamadınız… ya da çok becerikli olduğunuz ve doğru tercihleri yapabildiğiniz için kariyerinizde yükselip başarılı oldunuz. Yaratılan rekabet ortamı içinde bireyleri yarıştırmayı, ortak değerlerde buluşup toplumsal fayda için kolektif bir çaba ortaya koymaya tercih eden bu anlayış, yıllardır çeşitli iletişim aygıtları aracılığıyla zihinlerimize pompalandı. Bu sebeple küresel ekolojik bir yıkım karşısında sorunu tamamen bireysel tercihlere endekslemenin kapitalist akıl tarafından şaşılacak bir tarafı yok. Ne de olsa onlara göre tüm kâr özelleştirilmeli, tüm maliyet kamulaştırılmalı. İdeolojik saptırma, 90’lı yıllardan itibaren sistemli olarak “sürdürülebilir gelişme”, “yeşil ekonomi” gibi kavramlar aracılığıyla ekolojik sorunları kapitalist üretim modelinin bir sonucu değil de teknoloji ve kaynakların daha iyi yönetimiyle çözülebilecek bir verimsizlik sorunu olarak çerçeveledi.(1) Böylelikle hem neoliberal modelin alternatifsizliğini hakim kıldı hem de çevre sorunları karşısında oluşan tepkilerin politik taleplere dönüşmesinin önüne set çekti. Öyle ki, bireyler daha verimli yaşam tarzlarıyla ve teknolojiyle çevre sorunlarının önüne geçebilecek ve mevcut yapının doymak bilmek kâr arzusunun sorgulanmasına gerek kalmayacaktı.

Vicdan Rahatlama Yarışması

Öncelikle belirtmeliyim ki bireysel tercihlerle karbon ayak izini düşürebilecek kesimler zenginler ve orta kesimlerin üst tarafında yer alanlardır. Sosyoekonomik olarak kırılgan kesimler için böyle bir durum zaten söz konusu değil. Evinin çatısına solar panel kurabilmek bir yana, dünyada yaşanan gıda eşitsizliği nedeniyle zorunlu olarak vejetaryen beslenen insan sayısı her geçen gün artmaya devam ediyor. Bu ideolojik saptırmanın ana hedefinde vicdan sahibi zenginler ve orta sınıfın olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Öyle ki, bu kesimler bireysel olarak karbon ayak izini düşürmekle vicdani bir rahatlamayı deneyimleyecekler, üzerine düşeni yapmış olmanın rahatlığına sahip olacaklardır. Madem mesele bireysel tercihlere bağlı “Ben üzerime düşeni yaptım, karbon ayak izimi azalttım, herkes benim gibi yaparsa sorun kalmaz” gibi gerçeklerden uzak postmodern bir kafa karışıklığının zemini zaten dünden hazır. Artık ne olduğunuz veya ne yaptığınızdan ziyade nasıl göründüğünüzün önemi var. İmajlar ve kimlikler toplumsal inşa süreçlerinin önüne geçmiş durumda. Hâl böyle olunca “yeşil aktivizm”, sorunu kökten çözecek yapısal değişiklikleri talep etmek yerine bir vicdan rahatlatma yarışmasına dönüşüyor. Tüketim tercihleri ne kadar yeşil olursa vicdanlar o kadar rahatlıyor. Bir yerden sonra bu tercihlerin aslında ne kadar yeşil olduğunun (yeşil olmasa da yeşil görünmeleri yeterli) veya küresel ısınmayı ne kadar yavaşlattığının, soruna bir çare olup olmadığının bir önemi kalmıyor. Bireyler sorunları çözmek ve yeni bir gelecek inşa etmek yerine postmodern bir kimlik inşasına yönelince, nesnel gerçekliklerden kopuş baş gösteriyor. Vicdani olarak rahatlama yarışmasını kazananlar, şehir hayatını terk edip doğaya kaçarak karbon ayak izini sıfıra çekenler oluyor haliyle. Herkes onlar gibi yapsa aslında sorun kalmayacak! Ama gel gör işte, herkesin böyle bir yaşam biçimine geçecek lüksü yok. Herkesi doğaya döndürecek imkânımız da yok. İşte kapitalizm, kültürel dünyamızda yarattığı tahribattan faydalanarak tüm sorumluluğu bireylere yıkıp kendi günahlarını görünmez kılmayı böyle başarıyor. Sorunun nesnel tahlilini engellediği gibi ekolojik tahribatın doğal sonucu olarak ortaya çıkan değişim isteğinin adresini saptırarak, kolektif bir çabayı politik bir bilinçle buluşturarak sistemi değiştirecek ivmenin edilgenleşmesini sağlıyor. Dahası sistem, bu değişim isteğini kolayca fırsata çevirip kendine yeni pazarlar yaratmak için kullanıyor.

Ekolojik Yıkımın Baş Aktörleri

Aslında sınırlı olan doğal kaynakları, sınırsızmış gibi sömürerek devamlı büyümenin, zenginliği tek elde biriktirmenin derdinde olan ve bunu yaparken doğaya da doğanın bir parçası olan insanlara da verdiği zararı önemsemeyen kapitalist üretim ve tüketim modelinin içinde bireysel tercihlerin çözüm olma ihtimali yok. Uzun yıllar boyunca bireysel bir çabayla karbon ayak izini azaltmanın pek de bir anlamı yok. Ne de olsa, ultra zenginlerin, milyonlarca dolar harcayarak geliştirdikleri roketlerinin fosil yakıtları fütursuzca yakarak yaptığı on beş dakikalık bir uzay gezintisi, binlerce sıradan insanın iyi niyetli ama bireysel çabasını sıfırla çarpabiliyor. Birçok insanın aynı anda yaşam tarzında değişikliğe gitmesi bir etki yaratabilir, ama kapitalizmin devamlı büyüme zorunluluğu bu tarz bir etkiyi kolayca bertaraf edecektir. Bu gerçek bir tarafta dursun, yapılan yeşil tüketim tercihlerinin ne kadar yeşil olduğu da tartışılır.

Ama oraya gelmeden önce yaratılan postmodern kafa bulanıklığını dağıtmak adına sera gazı emisyonlarıyla ilgili bir kaç bilgi vermeme izin verin. Her ne kadar bu bilgilerin birçoğu sistem içinden gelse de bu onların dikkate alınmayacakları anlamına gelmiyor. Uluslararası bir yardım kuruluşu olan Oxfam’ın 2015 yılında yayınladığı “Aşırı Karbon Eşitsizliği” adlı rapora göre dünya nüfusunun en yoksul kesimini oluşturan 3.5 milyar insanın yaşam tarzlarına dayanan karbon emisyonu, toplam karbon emisyonunun sadece %10’u.(2) Yani dünya nüfusunu yarısı, dünyadaki karbon emisyonunun sadece %10’undan sorumlu. Buna karşılık en zengin yüzde %10’luk kesim ise toplam karbon emisyonunun %50’sinden sorumlu. Bir başka STÖ olan CDP (Karbon Saydamlık Projesi)’nin İklim Sorumluluğu Enstitüsü ile ortaklaşa yayınladığı “The Carbon Majors”(3) adlı rapora göre 1988’den bu yana dünyadaki sera gazı emisyonlarının %71’inden sadece 100 şirket sorumlu. ExxonMobil, Shell, BP and Chevron gibi enerji şirketlerinin başını çektiği 25 şirketlik bir grup ise 1988 yılından bu yana toplam emisyonların %50’sine sebep olmuş. İklim Sorumluluğu Ensititüsü’den Richard Heede’in yaptığı bir araştırmaya göre 1880 yılından bugüne toplam karbon emisyonunun üçte ikisinden sadece 90 şirket sorumlu.(4) Kömür, gaz ve petrol üreticileri yine bu listede başı çekiyor. İklim Sorumluluğu Enstitüsü’nün yayınladığı bir başka araştırmaya göre ise 1880-2010 yılları arasında gerçekleşen karbon emisyonlarının üçte birinden sadece 20 şirket sorumlu.(5) Görüldüğü üzere, neoliberal aklın salık verdiği tektipleştirilmiş bireysel çözümler kapitalizmin yarattığı eşitsizlik ve sömürü karşısında hiçbir anlam taşımıyor. Bu tür çözümler, doğal kaynakların ve insan emeğinin sömürüsüyle biriken zenginliği ve varlığı görünmez kılmanın yanında, ekolojik tahribatta başat rolü oynayan büyük şirketlerin üzerindeki sorumluluğu hafifletmeye yarıyor. Dahası bu büyük şirketler bir yandan pek çok iklim görüşmesini sponsorlarken diğer yandan halkla ilişkiler ve reklam kampanyalarında “sürdürülebilirlik” veya “parlak yeşil renklendirme” gibi anahtar kelimeler ile yeşil kapitalizme uygun imajlarını yenilemenin peşindeler.

Yaşam Tarzı Değişiklikleri Ne Kadar Yeşil?

Dev enerji şirketlerini bir kenara bırakıp yaşam tarzı değişikliklerine geri dönecek olursak, aslında pazarlandıkları kadar yeşil olmadıklarını söylemek mümkün. Daha az enerji tükettiği için tercih edilmesi gereken “led” lambaların geliştirilmesi enerji tasarrufu sağlamadı, tam tersi oldu. Bu durumu anlamak için Jevons paradoksuna bakmak yeterli. Kısaca özetleyeceksek; Jevons Paradoksu ekonomik kullanımı daha verimli bir yakıtın uzun vadede toplam tüketimi artırdığını ifade eder. Daha az enerji harcadıkları için -ki bu daha az fatura demek- daha fazla kullanılmaya başlanan ledler yaygınlaştıkça, ışıklandırma için harcanan toplam enerji tüketimi de arttı.(6) Daha verimli olduğu için tercih edilen led ışıklar, sokak ve meydanlar gibi kamusal alanlarda hatta pisuar üstlerinde bile kendilerine ekran olarak yer bulmayı başardılar ve serbest piyasanın kâr mekanizması hem daha çok enerji harcamamıza hem de daha çok ışık kirliliğine yol açtı.

Sıfır karbon emisyonuna sahip olduğu için tercih etmemiz gerektiği salık verilen elektrikli arabalara gelirsek… Elektrikli arabaların üretiminde ve satışında büyük bir patlama yaşanıyor. Tesla, Toyota, Ford, General Motors, BMW ve Volkswagen gibi firmalar bu yeni pazarda rekabete çoktan giriştiler bile. Hem toplumsal fayda içeren hem de enerji tasarrufu sağlayacak olan toplu taşıma araçlarına – mesela hafif raylı sistemlere- yönelmek yerine bireylere yeşile boyanmış ama aslında yeşil olmayan arabalar satmak sistem için daha cazip. Elektrikli araba pazarının ilk adresi yeşile geçmek isteyen zengin ülkeler. Elektrikli arabaların imalâtının ardında ise büyük bir sömürü ve kirlilik var. Elektrikli arabaların lityum iyon pillerini üretebilmek için kobalt adı verilen kimyasal bir element kullanılıyor. Dünyanın en zengin kobalt kaynağına sahip olan Demokratik Kongo Cumhuriyeti 2019 yılında kobalt madeni üre timinin yaklaşık %70’ini sağlamış. Lityum iyon piller – ki bu pilleri akıllı telefonlarımızda ve dizüstü bilgisayarlarımızda da kullanıyoruz kazı, madencilik ve fabrika imalâtı süreciyle üretiliyor. Bu süreç sadece karbon ve metan emisyonlarına sebep olmuyor, aynı zamanda toprağı ve su kaynaklarını da kullanılan kimyasallar aracılığıyla kirletiyor.(7)(8) Bu durum Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ndeki insan sağlığını da tehdit ediyor. Kobalt madenlerinde kullanılan çocuk işçiler ise sömürünün bir başka boyutu. (9) (10)

Etik İtirazın Kapitalizm Tarafından Yutulması

Hayat tarzı değişiklikleri önerilerinden belki de en dikkat çekici olanı hayvansal gıda tüketiminin terk edilmesi önerisi. Bunun bir sebebi et ve süt ürünleri üretiminin dünyadaki sera gazı emisyonlarının %14.5’ne sebep olması.(11) Gıda için üretilen hayvanlar tüm ulaşım sektörü kadar ve bazı yıllar daha fazla oranda sera gazı emisyonuna neden oluyor. Ama mesele bununla sınırlı değil. 20. yüzyılın ortalarında doğan ve 21. yüzyılla birlikte büyük bir ivme yakalayan veganizm, bu yaklaşımın yayılmasında önemli bir rol oynadı. Hayvanların yaşamı üzerindeki insan tahakkümüne ve insan merkezli türcülüğe karşı etik bir karşı çıkış olarak doğan veganizm; her türlü hayvansal gıdayı, eşyayı, giysiyi, hayvanlar üzerinde denenen kozmetik ürünleri kullanmayı reddeden boykotçu bir anlayışa sahipti. İşaret ettiği etik ekolojik duyarlılığın tartışılması gereken çeşitli yönleri var: Bir yanda insanın, kendisinin de döngüsünde bir yeri olduğu doğayla bağlarının kopması, diğer yanda hayvanların hayatları boyunca türlü türlü işkencelerden geçtikten sonra gıda metaya dönüşmesi. Dahası, kocaman bir yarık gibi duran gıda eşitsizliği… En zenginlerin aşırı et tüketimi, yoksulların beslenme eksikliği…

Öte yandan bazı veganlar iklim krizine verilen tepkiyi kendi anlayışlarına yontabilmek adına savunularının içine iklim duyarlılığını da eklediler. Böylece gittikçe yayılmaya devam eden boykotçu tavırlarıyla sadece hayvanları değil gezegeni de kurtarmış olacaklardı. Etik itirazın yıllar içinde biriktirdikleriyle, çevresel duyarlılıkların ve imajlar çağının albenisi buluşunca veganizm bir trend haline geldi. Ne var ki bu yaklaşımın temel sorunu – aynı diğer bireysel çözüm önerilerinde olduğu gibi – kitleleri salt bir tüketiciye indirmelerinde yatıyordu. Bu da kapitalizmin işine geldi. Madem yeşil istiyorlardı, onlara da yeşil satılırdı. Üretim ve tüketim ilişkilerinin tahlilini yapmadan neyin, nasıl, kimler tarafından, hangi koşullarda üretildiğini ve nasıl paylaşıldığını denklemden çıkararak, önüne gelen ürünün yeşil olarak paketlenmiş olmasıyla yetindi veganizm. Bu yöntemsel yaklaşımın kaçınılmaz sonucu olarak, bırakın hayvanları veya gezegeni kurtarmayı, tüketim endeksli boykotçu tavrıyla serbest piyasada yeni ve her geçen gün daha da büyüyen bir pazarın doğmasına yol açtı. Basitce ortaya koydukları “başka bir şeyi tüketmeyi tercih ederseniz değişimi de sağlarsınız” savunuları kapitalizmin arsızlığında eriyip gitti. Bireysel vicdani arınmayı hedefleyen postmodern kimlikler ise bu yeni pazarın tatlı ekşi sosu oldu.

Acumen adlı bir araştırma şirketinin yayınladığı rapora göre 2019-2026 yılları arasında vegan gıda endüstrisi yıllık %10’luk bir artışla büyümeye devam edecek ve toplam 24.3 milyar Dolarlık bir pazar olacak.(12) Et ve süt ürünleri endüstrisi ise vegan talepleri mutlulukla karşıladı diyebiliriz. ABD ve Birleşik Krallık gibi vegan ivmenin en hızlı artışa sahip coğrafyalarında bir yandan vegan ürünler süpermarketlerdeki rafları doldurmaya devam ederken diğer yandan restoranlar menülerine vegan seçenekleri de ekleyerek satışlarını artırıyor. McDonald’s, Burger King vb. fast food zincirleri artık müşterilerine vegan burgerler de sunuyor. Pizzacılar vegan pizza, dürümcüler vegan dürümleri menülerine ekliyor. Gıda endüstrisinin devleri vegan et, peynir gibi ürünleri üreten ve satan alt şirketleri doğurdular. Tüm bunlarla birlikte, et ve süt ürünlerinin üretimi azalmıyor bunun yerine yeşile boyanmış yeni bir tüketim pazarı oluşuyor.(13) Dev şirketler eskiden kazandıklarından daha çok kazanıyor şimdilerde. Bazı kozmetik şirketleri hayvan deneylerini başka şirketlere yaptırarak kısa yoldan marka imajlarını tazelerken, vegan kozmetik ürünlere her gün bir yenisi eklenmeye devam ediyor. Vegan kozmetik pazarının 2025 yılında tam 20.8 milyar dolara ulaşacağı tahmin ediliyor.(14) Bu ürünlerin ne kadarının gerçek bir ihtiyaç olduğu, ne kadarınınsa yaratılmış, gelip geçici ihtiyaçlar veya lüks tüketim malzemeleri olduğu pek tartışılmıyor. Hayvanlar üzerinde yaptıkları deneyler ile namını duyurmuş L’Orêal gibi büyük kozmetik şirketler vegan ürünleri yeni yarattıkları markaların mağazalarında satıyor. Sonuçta elde edilen kâr hep aynı yöne akmaya devam ediyor. Yani veganizmin, kapitalizm ile kesiştiği noktada bir tüketim modasına dönüştüğünü söylemek yanlış olmayacaktır. Öyle ki vegan ürün yaratma çabaları kontrolden çıkmış durumda. Vegan biradan, vegan mobilyaya ve vegan masaja kadar listeler uzayıp gidiyor.(15) Bir zamanlar etik itirazı iyi niyetle duyurmaya çalışan ve tek tük bulunan masum, butik vegan kafeler artık geçmişte kaldı. Veganizmin yöntemsel yaklaşımı kapitalizmin onu kolayca yutmasına se bep oldu.

Sosyal medya influencerları vegan yemek tariflerini paylaştıkları hesaplardan milyonlar kazanırken gerçek dünyada ne hayvanlar ne de gezegen için kazanılmış pek bir şey yok. Aksine durum daha da kötüleşiyor. Vegan pazarın çekiciliğine kapılan endüstriyel tarım devleri kendi paylarını -tabii ki yine kendi yöntemleri ile- kapmak için var güçleriyle saldırıyorlar. Yarattıkları monokültür ve kimyasal tarım ilaçlarıyla toprağı verimsizleştirmeye, biyoçeşitliliği azaltmaya devam ediyorlar. Küçük ölçekli tarım işletmeleri iflasa sürüklenirken devler kârlarını artırmaya devam ediyor. Ayrıca şunu da belirtmek gerekiyor ki bitkisel gıdalarla beslenmenin karbon ayak izini azaltacağı savı her bitkisel ürün için geçerli değil.(16) Hava yoluyla taşınan meyve ve sebzeler, kümes hayvanı etinden kilogram başına daha fazla sera gazı emisyonu oluşturabiliyor. Pek çok meyve ve sebzeye gelen aşırı talep sonucu taşımacılığın yarattığı kirlilik ya artıyor, ya da yetiştirmek için çok fazla suya ihtiyaç duyulan meyvelerin (avokado-mango) aşırı tüketimi sonucu zaten azalmış olan su kaynaklarında kıtlık yaşanıyor. Aşırı üretim ve adaletsiz paylaşım sebebiyle ortaya çıkan organik atıkların metan gazı emisyonuna sebep olduğunu da eklemek gerekiyor. Amazon ormanlarının kesilerek soya fasulyesi tarlalarına dönüştürüldüğü bir yapıda salt tüketici tercihleriyle yeşil bir dünyaya geçiş yapılacağını beklemek, kuzuyu kurda emanet etmek gibi bir şey.

O Halde Aynen Devam mı?

Olası bir yanlış anlamanın önüne geçmek adına şunu da eklemelim: Bu yazının “Madem bir şeyi değiştirmeyecek, zaman aynı tüketim tercihlerine devam edelim” gibi bir önerisi yok. Aksine, imkânı olanlar için hayvansal gıdaları azaltmanın, organik atıkları kompost yaparak geri dönüştürmenin, güneş enerjisinden yararlanmanın, atık yağları tekneye dökmek ve bitmiş pilleri çöpe atmak yerine biriktirip geri dönüşüme yollamanın yaygınlaşması gerekiyor… Bu liste daha da uzar gider. Bu tercihler etik bir çevre bilincinin toplumsal olarak yayılmasına katkıda bulunabilir. Yeter ki çevrecilik bir imaj yarışmasına dönüştürülmesin. Yeter ki salt vicdani bir arınma peşinde koşulmasın. Yeter ki tüm bunları yaparak gezegenin ve hayvanların kurtarıldığı sanrısına teslim olunmasın.

Bireysel ekolojik duyarlılıklar politik bir bilinçle buluşup üretim ve paylaşım ilişkilerini dönüştürecek kolektif bir çabaya hizmet etmeli. İhtiyacımız olan, yaşam tarzlarımızın bireysel değişimi değil toplumsal değişimidir. Bireysel itiraz ve çözüm önerilerinin yöntemsel yaklaşımı bizi salt tüketicilere indirgeyerek meselenin üretim boyutunu gölgede bırakıyor. Halbuki yaşamı üretenler de biziz ve neyi, nasıl, hangi ihtiyaca göre üreteceğimize ve paylaşacağımıza da biz karar vermeliyiz. Dünyanın bütün coğrafyalarında bire bir uygulanacak şablon bir çözüm önerisi olası değildir. Zaten tektipleştirilmiş böylesi bir öneri de, coğrafyadan coğrafyaya değişen yaşamın gerçekleri karşısında saçma olurdu. Ancak şurası bir gerçek ki, kapitalizmin sonsuz büyüme zorunluluğu söz konusu olduğunda sürdürülebilirlikten de yeşil bir gelecekten de bahsetmek abesle iştigaldir. Ekolojik yıkıma dur demek için elimizdeki en iyi alternatif ise ekososyalizmi şiar edinerek toplumsal faydayı hedefleyen, dahası kârlılıktan ziyade toplumsal ihtiyaçlar için ekolojik duyarlılıkla tasarlanan rekabetçi değil planlı bir ekonomi olmalı. Yaşamı üreten emekçilerin demokratik katılımıyla şekillenen karar mekanizmalarıyla; sağlık, ulaşım, eğitim, barınma ve beslenme gibi temel ihtiyaçların toplumsal olarak karşılanabildiği, emekçilerle doğanın kurtuluşunun birlikte olacağı, kolektif çabanın gücüyle gerçek dönüşümün adımlarının atılacağı bir geleceği bugünden inşaa etmeyi hedeflemeliyiz.

Kaynakça:

1-https://www.aljazeera.com/opinions/2019/6/6/whyahipstervegangreentecheconomyisnotsustainable/?fbclid=IwAR0CJe4gxpSode2d66Ea2sF1s3kBeGXSayKJ6EapDw-dCDbhCl5Y6J5-U-Hc

2-https://www-cdn.oxfam.org/s3fs-public/file_attachments/mb-ext-reme-carbon-inequality-021215-en. pdf

3-https://climateaccountability.org/car-bonmajors.html

4-Tracing anthropogenic carbon dioxi-de and methane emissions to fossil fuel and cement producers, 1854–2010 https://link.springer.com/artic-le/10.1007/s10584-013-0986-y

5-https://www.t heguardian.com/environment/2019/oct/09/revea-led-20-firms-third-carbon-emissions

6-htt ps://www.treehugger.com/are-we-using-less-energy-becau-se-led-lighting-or-more-4857211 ht-tps://advances.sciencemag.org/content/advances/3/11/e1701528.full. pdf

7-https://www.sciencedirect.com/science/article/pii/S2300396018301836

8-https://www.t heguardian.com/global-development/2019/dec/18/how-the-race-for-cobalt-risks-tur-ning-it-from-miracle-metal-to-deadly-chemical

9-https://blogs.prio.org/2021/04/co-balt-and-the-congo-a-sustainable-g-reen-energy-transition-cannot-be-bu-ilt-on-human-exploitation/

10- https://www.ft.com/content/c6909812-9ce4-11e9-9c06-a4640c-9feebb

11- htt ps://www.fao.org /3/i 3437e/i3437e.pdf

12- https://www.acumenresearchand-consulting.com/vegan-food-market

13- https://www.firstpost.com/india/consumed-by-capita-lism-veganism-hasneither-sa-ved-animals-nor-plants-but-trans-formed-into-money-machine-for-fo-od-behemoths-7678161.html

14- https://www.grandviewresearch. com/press-release/global-vegan-cos-metics-market

15- https://scroll.in/article/946528/the-real-winner-in-the-growth-of-vega-nism-is-capitalism

16- https://www.bbc.com/future/artic-le/20200211-why-the-vegan-diet-is-not-always-green