Filistin’i Savunmak Emperyalizme Karşı Durmaktır – Ali Şahin

Ali Şahin

Özne Sayı 5

İlkbahar 2025

7 Ekim 2023’ten, yani Hamas’ın başını çektiği Ortak Operasyon Odası’nın[1] başlatmış olduğu Aksa Tufanı operasyonundan sonra İsrail, Gazze başta olmak üzere tüm Filistinlilere yönelik adeta bir soykırım sürecine girişti. 19 Ocak 2024’te yürürlüğe giren ateşkesle birlikte İsrail saldırıları şu an için durmuş olsa da sürecin çok kırılgan bir zeminde süreceği konuyu biraz olsun takip eden herkesin malumu. İsrail’in Gazze’ye yönelik başlattığı saldırılar tam 471 gün sürdü. Bu bir buçuk yıla yakın sürede resmi rakamlara göre 47 bin 35 Filistinlinin yaşamını yitirdiği açıklandı. Ancak bombalanan şehirlerdeki enkaz yığınlarının altında hala binlerce yaşamını yitirmiş kişi olduğu kabul edilirse bu rakamın çok daha fazla olduğu belirtiliyor. Dünyaca ünlü tıp dergisi Lancet’e göre de tespit edilebilen ölü sayısı %41 oranında eksik ve ölenlerin %59’u kadın ve çocuk. Öte yandan katledilen binlerce kişiden bine yakını sağlıkçı ve 206 ise gazeteci. Öldürülenlerden ayrı olarak 111 bin 91 kişi saldırılar sonucu yaralandı.  BM verilerine göre binaların %60’ı, konutların  %92’si, okulların %88’i, hastanelerin %50’si kullanılamaz hale geldi, ekili alan ve yolların %68’i tahrip edildi, nüfusun ise %90’ı yerinden edildi. İsrail saldırıları başlamadan önce Gazze’ye günlük ortalama 500 gıda tırı girerken, bu rakam saldırılardan sonra günlük ortalama 9 tıra düştü. Yani Filistinliler sadece bombalara ve kurşunlara karşı değil, yine bu saldırıların bir parçası olarak İsrail eliyle dayatılan açlığa ve susuzluğa karşı da mücadele etti ve hala daha etmeye devam ediyor. Kısacası bu 471 gün boyunca, insanın hayatta kalması için asgari şartların dahi sağlanamayacağı bir barbarlık hedefleyen ve dayatan bir İsrail gördük. Bu veriler 2.3 milyona yakın insanın yaşamaya çalıştığı ve sadece 41 km uzunluk ile 10 km genişliğe sahip ve dünyanın en büyük açık hava hapishanesi olarak kabul edilen Gazze şeridine ait. Batı Şeria’ya yönelik saldırılar da bu sürecin bir parçası olarak yaşandı. ABD ve Almanya gibi batı ülkeleri başta olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerinde Filistinliler ile dayanışan çok sayıda kitlesel eylemler gerçekleştirilmiş olmasına rağmen İsrail’in bu soykırımcı saldırganlığı tüm insanlığın gözü önünde anbean yaşandı. Bahsettiğimiz 471 günlük soykırım girişimi, üç çeyrek yüzyılı aşan  parçalı İsrail işgalinin bütünü içinde Filistin tarihindeki 1948 ve 1967’deki tarihsel yıkım anlarının[2] bir benzeri olarak kabul edilebilir. Bu cehennemi andıran tabloya rağmen ateşkesin direnişten vazgeçmeyen Filistinlilerin bir başarısı olduğunu söylemeliyiz. Çünkü İsrail hükümetinin bu ateşkesi dünya kamuoyu baskısı ile kabul ettiği ve aslında saldırıları sürdürmeyi hedefledikleri kendi içinden yetkililerce de ifade edildi. Zaten yarattığı yıkıma rağmen İsrail, Gazze’ye saldırırken duyurduğu “rehineleri canlı olarak geri getirme, Hamas’ın askeri kapasitesini bir daha ayağa kalkamaz şekilde imha etme ve Gazze’nin Hamas’ın kontrolünden çıkmasını sağlama” gibi hedeflerin hiçbirine ulaşamadı. Peki ama, başka bir ajandayla ilgili olduğu belli olsa da yeni ABD Başkanı ve İsrail destekçiliği tescilli olan Trump gibi bir faşisti dahi ateşkes için baskı yapmaya itecek kadar[3] bir barbarlığı uygulayan İsrail hükümeti bu cüreti nereden buluyor? Soykırıma varan bu saldırganlık nasıl böyle bir pervasızlıkla uygulanabiliyor? İsrail saldırganlığını durdurmak, biraz da bu soruyu cevaplayabilmekle ilgili.

Hegemonya Kaybeden Filistin Mücadelesi

İsrail, her ne kadar emperyalizmin desteği ile kurulmuş ve bugüne gelmiş bir devlet olsa da Filistin’in bir devlet olarak resmi anlamda tanınmadığı koşullarda bile, işgalci karakteri gereği varoluşuyla ilgili hegemonya kurmakta her zaman zorlanan bir yapıya sahip oldu. Arap devletlerinin önemli bir çoğunluğu başta olmak üzere sosyalist ülkeler ve anti-emperyalist hükümetlerin iktidarda olduğu ülkelerle çok uzun süre gerilimli bir ilişkiye sahip oldu İsrail.[4] Bu durum da Filistinli direniş örgütlerinin bilhassa çok büyük payı vardı. Arap milliyetçiliğine sıkışmış ve Mısır, Ürdün ve Suriye öncülüğünde süren direnişin 6 Gün Savaşı ile yaşadığı hezimet Filistin direnişini biçimini de değiştirmiş ve Filistinli sol örgütlerin öne çıktığı bir süreci başlatmıştır. O dönem dünyadaki sol yükselişle de birlikte Filistin mücadelesi çok geniş bir küresel desteğe sahip oldu. O kadar ki, çok sayıda ülkeden onlarca sosyalist örgüt ve partiler Filistin mücadelesiyle aktif dayanışma ilişkileri kurdu. Öte yandan Filistinli örgütlere ait kamplar da Asya’dan Avrupa’ya kadar çok sayıda gerilla örgütünün eğitim alanı oldu ve Filistin bir biçimiyle enternasyonalizmin sembolüne dönüştü. Filistin’in yakaladığı bu enternasyonal süreç 80’lı yılların sonuna kadar inişi çıkışlı bir şekilde devam etti. Ancak reel sosyalist ülkelerin birer birer çözülüşü ve buna paralel olarak da sosyalist hareketin küresel anlamda gerileyişi Filistin mücadelesinin hegemonyasında da gerilemeye sebep oldu. Fikri hegemonya kaybının yanında direnişin merkezini yıllarca süren çatışma ve iç savaşlarla önce Ürdün’den Lübnan’a, oradan da Tunus’a taşımak zorunda kalan ve politik gerilemelerle fiili dayanaklarını da büyük oranda yitiren Arafat önderliğindeki FKÖ, liderliğini yürüttüğü Filistin direnişini İsrail ile anlaşma arayan bir biçime dönüştürdü ve bu süreç İsrail’in imzaladığı anlaşmaların şartlarına dahi uymadığı Oslo sürecine taşıdı. Her ne kadar bu sürece karşı çıkan FHKC, FDHKC gibi sosyalist örgütler olsa da, İsrail’in, direnişi zayıflatmak için kullandığı İslamcı yapıları seküler ve sol harekete karşı destekleme hamlelerinin de etkisiyle mücadelenin seyri İslami bir karakter kazanmaya başladı. Bu durum ABD öncülüğündeki emperyalizmin Afganistan’dan başlayarak yürüttüğü sola karşı İslami hareketleri destekleme stratejisinin de bir parçasıydı. Dönemin İran merkezli olarak yükselen İslamcı politik atmosferinin de etkisiyle Filistin İhvan’ı yani Müslüman Kardeşleri içinden çıkan Hamas, İslami Cihat gibi silahlı İslamcı yapılar[5] yer yer FKÖ ile de çatışarak Filistin mücadelesinde öne çıktı ve Filistinlilerin kontrolündeki bölgelerden biri olan Gazze’de yönetimi ele geçirdi. Dolayısıyla Filistin direnişinin karakter değiştirerek İslamileşmesi, hem emperyalizmin yarattığı imkanlarla hem de solun gerilediği bir ortamda köktendinciliğin atılım yaptığı çift kanallı bir yoldan ilerleyerek yaşandı. Hal böyle olunca yıllarca çeşitli inanç gruplarını içinde barındıran ancak buna rağmen seküler bir karakter taşıyan Filistin direnişi, tarihsel seyrinin aksine İslam’ın “kutsal davasına” dönüştü.  Yaşanan bu değişim, hem Filistin direnişinin küresel desteğin kısıtladı hem de Siyonist İsrail’e, yaşananın din temelli bir medeniyetler savaşı olduğu, “medeni İsrail’e saldıran barbar Araplar”ın olduğu şeklinde sunması için bir maddi zemin sağladı. Mazlum, yoksul ve Orta Doğu’nun neredeyse her yerine dağılarak mültecileştirilen bir halkın yayılmacı bir işgalciye karşı direnişi, dış görünüşü itibariyle ve büyük oranda sadece İran ve Lübnan Hizbullah’ı gibi köktendinci devlet ve örgütlerin desteğiyle savunulabilecek bir biçim zeminine hapsedilir oldu. Siyonizm’in bu zeminden yaratmaya devam ettiği bombardıman 7 Ekim sonrasında da yoğun biçimde kullanıldı. İsrail’in emperyalizm yardımıyla yaymaya çalıştığı bu algı, dünya sol hareketini dahi bir miktar etkilemiş ve İsrail’i savunan ya da Filistin’in haklılığını teslim eden kesimleri İslamcı ve anti-semitik olmakla suçlayan bir akıl tutulması dahi sol içinde güç kazanmış oldu. Tüm bu gelişmeler yazının ilk kısmında sorduğumuz soruya da yeterli olmasa da bir cevap vermektedir.

İsrail’in Emperyalist Sistem İçindeki Rolü

Filistin’de 1948’ten beri süren bir İsrail işgali var. Filistinlilerin kabul etmediği BM kararına göre İsrail, Filistin topraklarının %56’sı üzerinde kurulacaktı. Üstelik bu karar Yahudi nüfusun %7’lik bir toprağa sahip olduğu bir dönemde alınmıştı. Ancak İsrail’in kuruluşunu kabullenmeyen Filistinliler ile Siyonist İsrail arasında yaşanan 1947-48 savaşı sonucu İsrail Filistin’in %78’ini işgal etti ve 700 bin Filistinli yurtlarından kovularak komşu ülkelerde mülteci durumuna düştü. Fiili bir işgalle kurulan İsrail, işgalini durmaksızın genişletmiş ve bugün Gazze Şeridi ve Batı Şeria’nın bir kısmı dışında tüm Filistin’i kontrolü altına almıştır. Peki ama; böyle bir zalimliğin varoluş sebebi nedir? Siyonistlerin vaat edilmiş topraklar anlatısının[6] emperyalist devletlerce haklı bulunması mıdır? Dini motifler süreçte belirgin bir rol alsa da İsrail’in varoluşu ekonomi politikle yakından ilgilidir. Her şeyden önce İsrail ile birlikte asırlardır çeşitli devletlerin içinde kazandığı etkinliklerle büyüyen ama kırılgan bir güce sahip olan Yahudi sermayesi, İsrail ile birlikte sadece kendilerine ait bir zor aygıtına kavuşmuştur. Böyle bir aygıtın eksikliği bilhassa Nazi Almanya’sı sonrasında daha görünür olmuştu. Dolayısıyla işgalle kurulan İsrail devleti böyle bir ihtiyacı karşılamış olsa da işlevi sadece ve öncelikle bu değildi. Nitekim bugün dahi bu durum değişmemiştir. Forbes Israel tarafından açıklanan rakamlara göre 276 Yahudi milyarderinin sadece 39 tanesi İsrail’de yaşamaktadır ve bu milyarderler içinde listeye 17. sıradan girebilmişlerdir. Listedeki 276 kişiden 163’ü ABD’de yaşamakta ve listenin ilk 9’u da bu 163 kişi içinden oluşmaktadır. Forbes’un rakamlarının da işaret ettiği gibi İsrail’i küresel kapitalizm için vazgeçilmez kılan esas nokta İsrail sermayesi için işlevinin ötesinde Orta Doğu’da emperyalizmin çıkarlarını da savunan militer bir devlet olmasıyla ilgilidir. 2. Dünya Savaşı sonrası emperyalizmin kontrolü dışına çıkma eğilimi güçlenmiş ve yeraltı kaynaklarıyla ekonomik açıdan çok önemli bir coğrafyada kurulan İsrail’in rolü sadece Filistin ile sınırlı değildir. Siyonist devlet emperyalizmin bölgedeki ileri karakoludur ve her yönüyle batı kapitalizmine çalışmaktadır. Dünyada milli gelirinin en büyük bölümünü silahlanmaya ayıran ülke olan İsrail’in bu silahları sadece Filistinlilere yönelik kullandığı sanılmamalıdır. Bölge ülkeleriyle de her dönem ya savaşan ya da savaşmaya yakın olan İsrail’in silahlanma ihtiyacının önemli bir kısmı da hibe yoluyla ABD tarafından karşılanıyor. Ama bir şartla. Verilen hibelerin ABD eliyle üretilen silah ve hizmetler karşılığı harcanması koşuluyla. Dolayısıyla İsrail’in bölgede doğrudan ya da dolaylı olarak giriştiği her katliam halkların kanıyla beraber emperyalist sistemin kasasına doğru dolarları da akıtıyor. Filistinlilerin mahkûm edildiği yurtsuzluk sadece İsrail değil bir bütün olarak emperyalist kapitalist kaynaklıdır ve “çağdaş dünyanın” gerici devlete yüklediği misyon Siyonist ajandanın da çok ötesindedir. 

Filistin Mücadelesinden Vazgeçmemek  

İster eleştirel bir gözle bakıp konuyu salt Siyonizm’e bağlayan komploculukla bir İsrail değerlendirmesine girişmek, isterse de gerçeklikten kopuk liberal zırvalıklarla bu işgalci devlete herhangi bir ülke muamelesi yapmak İsrail’in varlığıyla yarattığı haksızlığını anlatmaya yetmez. İlkinin varacağı yer istemeden de olsa dini motifli bir ulusalcı anti-semitizm olacak, ikincisi ise en fazla Filistinlilere acıyan ancak bu durumun bu saatten sonra dönüşü olmadığını iddia eden bir körlüğe dönüşecek. Nitekim ikisinin de örnekleri dünya siyasetinde bolca mevcuttur. İsrail’in sağlıklı bir değerlendirişi ve eleştirisi ancak anti-emperyalist ve anti-kapitalist bir perspektifle ortaya çıkabilir. Filistin’in ulusal mücadelesi her ne kadar İslamcı örgüt ve devletlerin öne çıkığı bir sürece dönüşmüş olsa da yöntemden bağımsız olarak şurası kesindir ki küresel boyutta bir Filistin kabulü dini motiflerle sağlanamaz. Filistin halkının geçmişte yakaladığı uluslararası sempati ve desteği kazanması için içerde ve dışarıda sola ihtiyacı vardır. Çünkü işgalci gericilik başka bir gericilikle durdurulamaz. Bugün yaşanan tıkanma da buradadır. Emperyalist sistem, Filistin mücadelesini dinci bir örgütlenmeye sığlığında göstererek halkların tarihsel belleğini aşındırmakta ve bu sayede Filistin’i yalnızlaştırmaktadır. Şüphesiz Filistin 1948 ya da 1960’ların Filistin’i değildir. Mücadelenin talepleri noktasında yeni yaklaşımlar da olabilir. Ancak aradan geçen yıllar ve değişen koşullar Filistinlilerin “nehirden denize” olan yurt haklarından vazgeçme anlamına gelemez. Böyle bir teslimiyetçiliğin varacağı en son nokta Trump’ın önerdiği gibi Filistinlileri kontrollerinde kalan küçük bölgelerinden bile sürme küstahlığıdır.  Bu yüzden sadece bölgede değil dünyanın her yerinde yükselecek olan her devrimci mücadele aslında Filistinlerle bir dayanışmadır ve bunun başlangıç noktası Filistinlilerin yurtlarına sahip çıkma hakkını tavizsiz bir şekilde savunmaktan geçer. Evet, bugün İsrail hem 75 yılı aşan işgalini her geçen gün daha da meşrulaştırmakta hem de işgalini soykırımcı politikalarla genişletebilmektedir. Çünkü Filistin mücadelesi enternasyonal karakterini giderek kaybetmektedir. Bu kayıp, Filistin halkının kendi içinde de olmakla beraber tüm dünyada da solun sağın karşısında gerilemesiyle doğrudan ilgilidir. İsrail, o yıkılmaz görünen askeri gücüne rağmen sadece emperyalizmin desteği ile yaşayabilir ve Filistin ise tüm gerilemesine rağmen enternasyonalist bir hareketle kurtulabilir. Çünkü Siyonizm Orta Doğu’daki emperyalizmdir ve emperyalizmi politik ufku gereği sadece sosyalist bir hareket yenebilir. Bunun içinse dünya solunun İsrail’in “sıradan” bir ülke olmanın ötesinde emperyalizm için önemini anlaması ve tekrardan tüm halklara hatırlatması yakıcı bir görevdir.    

Kaynakça

BBC  News Türkçe (2025). ‘Haritalarla yıkım: Gazze 15 ayda nasıl değişti?’, https://www.bbc.com/turkce/articles/crlkk91kwn5o  

Fehim Taşkesen (2025). ‘İsrail Savaşa Döner Mi? Hamas’sız Gazze Olur Mu?’, https://www.youtube.com/watch?v=Kft_hkQ8Z7A                 

Isreal Forbes (2025). ‘The World’s Jewish Billionaires 2025’, https://forbes.co.il/e/rankings/2025-jewish-billionaires/


[1] Filistinli direniş örgütlerinin silahlı kanatları tarafından Gazze’de kurulan ve İsrail’e karşı mücadelede hem İslamcı hem de solcu örgütlerin beraber hareket ettiği askeri koalisyondur. Hamas, FHKC, İslami Cihat, FDHKC, FHKC-Genel Komutanlık ve El-Aksa Şehitleri Tugayı gibi yapılar askeri koalisyonun ana gövdesini oluşturmaktadır.    

[2] 1948 yılında İsrail’in Filistin topraklarının önemli bir kısmını emperyalizm eliyle işgal edip, kuruluşunun ilan edilmesi Filistinliler için Nakba yani felaket olarak kabul edilmektedir. 1967 yılında ise Mısır, Ürdün ve Suriye ittifakı Siyonist işgali sonlandırmak için İsrail ile savaşmış fakat 6 gün içinde yenilmiştir. “6 Gün Savaşı” olarak anılan bu savaş sonucu İsrail’in hem Filistin’deki işgali genişletmiş hem de İttifak’a dahil olan Arap ülkelerinin bazı bölgelerine de yaymıştır. İki tarih de Filistinlilerin toplumsal hafızasında birer travmayı temsil eder.  

[3] Ateşkes sonrasında Trump kendi ajandasını açıklayıp Filistinlileri Gazze’den sürmeyi planladığını duyurmuş olsa da, ateşkesin direnen Filistin halkı başta olmak üzere İsrail soykırımcılığı karşısında direnen tüm kesimlerin yarattığı uluslararası kamuoyunun kazanımı olduğu açıktır.   

[4] 2. Dünya Savaşı’nın ardından Nazilerin Yahudilere yönelik uyguladığı Holokost’un tüm çıplaklığıyla görünür oluşu, asırlardır zulme uğrayan Yahudi halkının “devletsiz ve bir anlamıyla da korumasız oluşunun nerelere varabileceği” tartışması üzerinden Siyonistlerin 19. yüzyılın sonundan beri bekleyen hedeflerine imkan sağlayan bir ortam yarattı. İstismara dönüşecek bu süreç İsrail’in bir oldu bitti sonucu BM kararıyla kuruluşunu sağladı. 20. yüzyıl ortasında, hem de sosyalizmin zaferlerinin tartışmasız olduğu bir dönemde işgalci ve dinci bir devlet Ortadoğu’nun göbeğinde SSCB’nin de onayıyla kurulmuş oldu. Her ne kadar kısa bir süre sonra SSCB İsrail’in pratikte nasıl bir işlevi olduğunu görüp Filistin direnişin desteklemeye başlasa da, kuruluşu sağlayan işgale verilen onay hayati bir destekti ve farklı beklentilerle olsa da Filistin o dönem SSCB’nin reel politikasında vazgeçilebilir olarak ele alındı. Bu tavır, sosyalistlerin ilkelerini reel politikaya feda etmemesini gösteren acı bir deneyimdir.

[5] Filistin mücadelesinde tarihsel bir rolü olan ülkelerden biri olan Lübnan’da da önce EMEL, sonra da Hizbullah gibi yapılar yine bu dönemde öne çıktı ve hem yoksulların önemli bir kısmını oluşturan Şiilerin önderliğini hem de Lübnan’daki Filistin ile dayanışma hareketinin öncülüğünü ele geçirdi

[6] Din temelli bir Yahudi milliyetçiliği olan Siyonizm, 19. yüzyıl sonunda giderek yükselen anti-semitizme tepki olarak doğmuştur. “Yahudi Devleti” isimli kitabıyla öne çıkan Theodor Herzl, Dünya Siyonist Örgütü’nü kurarak, Yahudilerin Filistin’de bir devlete sahip olması gerektiğini savunmuş ve bunun için faaliyetler yürütmüştür. Herzl, Siyonistler ve İsrail devletince de “Yahudi Devleti”nin ruhani babası olarak kabul edilmektedir.