
Hakan Tanıttıran
Geçtiğimiz 150 yıl boyunca “Orta Doğu” terimi sadece bir coğrafi bölgeyi işaret etmekten çok daha fazlasını ifade etti. Petrolün bulunması ve zengin Batı’nın bu bölgeye çöreklenmesinin üzerinden uzun yıllar geçti. Emperyalist bir kapitalist tahakkümün bölgeye yerleşmesiyle birlikte “Orta Doğu” terimi tüm dünya için bir coğrafi terim olmaktan çıktı. Artık bölgenin kıyısındaki Türkiye için bile, olsa olsa “Yakın Doğu” olabilecek yerler İngiltere’ye uzaklığına göre tanımlanmaya başlandı “Orta Doğu”! Bölge Hindistan’ın batısında kalmasına rağmen yine de onlar için “Orta Doğu”dur. Emperyalist tahakküm temelde öyle olsa bile sadece iktisadi bir şey değildir. Bir kere size dokunduğunda etkileri iktisadi, kültürel, dilsel, dinsel bir bütünü ifade etmeye başlıyor.
Geçtiğimiz yüzyıl petrolün kara bahtına hapsolmuş olan Orta Doğu halkları bu zenginliğin keyfini süreceğine kara bir laneti yaşadılar. Cetvelle çizilmiş sınırlar, ortadan bölünerek farklı ülkelerde kalan halklar (hatta aileler), şeyhler, emirler, zenginliğin bir avuç kabile reislerinin elinde toplanması, fakirlik ve yoksunluk geçtiğimiz yüzyılın bölgedeki gerçekliği oldu. Buna karşı çıkışlar, Arap milliyetçiliğin oluşumu, ulusalcı ve antiemperyalist siyasetin gelişimi ve bu çerçevede kurulan hükümetler de bir süre sonra bu gerçekliğin bir parçası haline geldi. Bu yazıda Orta Doğu’nun bu uzun tarihsel sürecine değil; Türkiye’nin bu coğrafya ile ilişkisinin son 20 yılına yani Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kuruluşu ve iktidara gelişi ile başlayan sürece odaklanacağız.
Büyük Satranç Tahtasından Uygarlıklar Çatışmasına
Günümüzün egemen emperyalist gücü 1945’ten itibaren hiç kuşkusuz ABD’dir. Benim için aslında arada bir ateşkesin olduğu tek bir savaş olan 1. ve 2. dünya savaşları bir emperyalist paylaşım savaşıydı. Dünya üzerinde sömürülecek alanların kim tarafından sömürüleceğine karar verilecek bir güç mücadelesi. “Tarih” bu gücün ABD önderliğindeki Batı olmasına karar verdi.
Ancak bu denizaşırı sömürü işi eskisi gibi olmamalıydı! Artık Belçika’nın Kongo’da, İngiltere’nin Hindistan’da, Fransa’nın Afrika’nın pek çok yerinde yaptığı yağmanın zamanı geçmişti. Artık işgal ve silah gücünde bir talana değil, sömürünün başka biçimlerde sürmesine ihtiyaç vardı. ABD’nin 28. Başkanı Woodrow Wilson, daha savaş başlamadan önce bunun ilkelerini koymuştu. Özünde yeni sömürgecilik olarak tanımlanan bu yeni dönem pek çok konuda “Wilson İlkeleri” diye anılan bu ilkelerle anılmıştır.[1]
Dünya savaşını izleyen yıllarda yeni bir gerçekliğin farkına vardı herkes: Sovyetler Birliği ve Sovyet Bloğu. Sovyetler’in varlığı pek çok şeyi etkiliyordu bu yıllarda. Kolayca sömürülecek olan coğrafyalarda, sosyalizm fikrinden beslenen pek çok ulusal kurtuluş mücadelesine tanık olundu. Avrupa’nın ortasında kapitalizmi hedefleyen bir işçi sınıfı hayaleti dolaşırken bu hayaletin işçi sınıfının zayıf olduğu ama antiemperyalist tepkinin var olduğu sömürge ülkelerindeki etkisi de büyük oldu. Dünya savaşından sonra Çin’in sosyalist bloka katılmasıyla iş artık emperyal sistem için başka bir boyuta sıçradı. Savaş küresel hale gelmişti.
Bu da emperyalist kapitalist sistem için bir anomali yarattı. Artık sosyalist devrim korkusu yüzünden sosyal devlet tavizleri, kapitalist sistem içinde emekçiler lehine kazanımlar birbirini izliyordu. Artık sosyal demokrasi zamanı, Batı işçi sınıfı için “altın çağ” dönemiydi. Bunun bedelini de içine alacak şekilde dünyanın yeni gerçekliği Soğuk Savaş oldu. Oluşan iki kutuplu dünyanın yarattığı bu dönem yaklaşık 40 yıl devam etti.
Bu dönem Sovyeler Birliği’nin çöküşü ve çözülüşüne dek sürdü. Artık kapitalizmin kendi suretinden bir dünya yaratma sürecinin önü açılmıştı. Soğuk Savaş süresince verilen tavizler hızla geri alındı. Ancak dünyanın geri kalanına yönelen emperyalist kapitalist blokun karşısında bir sorun vardı. Bütün bu yıllar boyunca emperyalist Batı’nın tahakkümünden kurtulmuş ve gerçek bir sosyalizm kurulamasa da en azından “emperyalizme rağmen sanayileşme” diye adlandırabileceğim bir süreç yaşayan “reel sosyalist” ülkeler, Çin ve sömürgecilikten kurtulan Hindistan gibi dünyanın geri kalanı artık Batı’nın kolay lokma sayabileceği ülkeler değildi. Sovyetler yıkılsa da artık yeni bir dünya vardı. Ortada tek kutup yoktu. İki kutuplu bir dünyadan çok kutuplu bir dünyaya geçildi.
Bu “yeni” dünyanın fethine girişen ABD öncülüğündeki koalisyona bir strateji gerekiyordu. Tüm Soğuk Savaş boyunca ABD emperyalizminin akıl hocalarından biri olan Zbigniew Brzezinski’nin tezleri ABD yönetim elitleri içerisinde popüler oldu. 1997 yılında yayımlanan kitabı Büyük Satranç Tahtası yeni dönemin ipuçlarını veriyordu (Brzezinski, 2010). Özellikle Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD dış politikasına yön veren isimlerden biri olan Brzezinski, uluslararası sistemi değerlendirirken, enerji kaynakları bakımından zengin ve potansiyel olarak ABD’ye rakip küresel güç olabilecek Avrasya devletlerini ve bu devletler üzerindeki ABD politikalarını jeopolitik ve jeostratejik terimlerle ifade ediyordu. Yazar, Avrasya kıtasını üstünde küresel etkinlik mücadelesinin sürdürülebileceği satranç tahtası olarak ifade ediyordu. Bu tahtanın önemli rakip oyuncuları olarak da başta Rusya, Çin, Hindistan sayılıyordu. Mücadelenin stratejik yönelimi içinde çeşitli bölgeler öne çıkıyordu. Bu bölgelerin başında da Orta Doğu geliyordu.
Diğer çatışma alanlarını yazının konusu dışına alırsak ABD ve ittifaklarının bu bölgeye özgü yeni planlar devreye soktuğunu görüyoruz. Bunlardan biri de hiç kuşkusuz Büyük Orta Doğu Projesi’ydi. Dünya çapında bir egemenlik mücadelesinin zemini olarak “Medeniyetler Çatışması” o yıllar sıkça kullanılan bir terim olarak bu dönemde karşımıza çıktı. “Medeniyetler Çatışması”nı bir kavram olarak öneren kişi ABD’nin akıl hocalarında Samuel Huntington olsa bile bu tezin kaynağı oryantalist tarihçi Bernard Lewis’tir. Lewis 1990’da yayımladığı Müslüman Öfkenin Kökenleri adlı makalesinde medeniyetler çatışmasının kimler arasında yaşanacağının cevabını “Müslümanlar ve Batı” şeklinde belirtmiş ve Müslümanların Batı nefretinin nedenleri üzerine çarpıcı tespitlerde bulunmuştur (Lewis, 1990). Fakat bu kavramın bir tez haline gelişi elbette Huntington ile birlikte olmuştur (Huntington, 2021).
Şimdi “bu isimler birer emperyal yönetim danışmanı akademisyen, bunlara bakarak emperyal siyasetin yol haritası mı çıkar” diyebilirsiniz. Bence ABD’nin bir sonraki hamlesini tahmin etmek için bu akıl hocalarını takip etmek aynı Hollywood’u takip etmek gibidir. Bir sonraki hedefini anlarsınız!
Medeniyetler çatışması kısmına dönersek Huntington eserinde ülkeler hususunda beş ayrı tanımlama yapmıştır. Bunlar; üye ülke, yalnız ülke, merkez ülke, bölünmüş ülke ve kararsız ülkedir. Huntington, herhangi bir medeniyet ile tamamen ilişkilendirilebilen ülkeler için ‘üye ülke’ kavramını kullanmaktadır. Bu kavram, İran’ın İslam, Yunanistan’ın da Batı medeniyetine üye bir ülke olması durumunu ifade eder. ‘Yalnız ülke’ kavramıyla da dünyadan izole, herhangi bir ülke ile kültürel bağı bulunmayan Haiti veya Etiyopya gibi ülkeler kastedilmiştir. ‘Merkez ülke’ kavramı, temsil ettiği medeniyet dairesine merkez teşkil eden ülkeleri tanımlamaktadır. ‘Bölünmüş ülke’ tanımı ise içerisinde farklı medeniyetlere mensup insanların bulunduğu Hindistan ve Çin gibi ülkeleri ifade eder. Bu tanımlamalar içerisinde en çok dikkat çeken ve Huntington’ın da üzerinde durduğu kavram, ‘kararsız ülke’ tanımıdır. Kararsız ülke, kendilerine mahsus bir medeniyet çizgisi olan fakat çeşitli nedenlerle bu medeniyetten çıkıp farklı bir medeniyet çizgisine geçmeyi amaçlayan ülkeler için kullandığı bir tâbirdir. Türkiye, Rusya, Avustralya ve Meksika, Huntington’ın kararsız ülkeler olarak tanımladığı ülkelerdir.
Huntington’ın tezine göre, Soğuk Savaş döneminin aksine Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra yeniden şekillenen dünyada kimlik ve medeniyet eksenli bir bakış açısı egemen olmuş ve yeni ihtilaf veya ittifaklarda belirleyici unsuru şüphesiz bu nokta oluşturmuştur. Söz konusu hususta her ülkenin mensup bulunduğu medeniyetle ilişkisi ve bu medeniyetin içerisindeki temsil rolü de dikkate alınması gereken diğer bir noktayı teşkil etmiştir.
Huntington’a göre geleceğin büyük mücadeleleri, medeniyetlerin birbirlerinden ayrılan kültürel fay hatları boyunca meydana gelecektir ve eğer bir dünya savaşı çıkacaksa bu savaş medeniyetler arasındaki bir savaş olacaktır. Bu noktada başlayan büyük çatışmanın taraflarını ise Batı ve İslâm medeniyeti ile Çin’deki Konfüçyüs uygarlığı teşkil edecektir. Yazar, son dönemlerde dünya çapında gözlenen etnik ve kültürel temelli çatışmalarla tezinin altyapısını desteklemeye çalışmaktadır – elbette durumun iktisadi ve emperyal doğasını gizleyerek. Huntington, o çatışmaların İslam uygarlığının bir nevi karakteristik özelliği olduğunun altını çizerek Batı’nın esas çatışacağı havzanın İslam dünyası olduğunu öngörmektedir.
Emperyalizmin akıl hocaları tarafından formüle edilen yeni süreç yeni politik araçlarla yürütüldü. Çok kez bunlar adı ortada dolaşan ama kendisi hayalet gibi olan araçlardır. Orta Doğu ve Türkiye açısından karşımıza çıkan yeni bir araç “Büyük Orta Doğu Projesi”dir (BOP). Bir tür bölgeye demokrasi getirme gerekçesi ile uygulamaya sokulan Washington merkezli bu siyaset mühendisliğindeki amaç; Orta Doğu ve Arap coğrafyasını yeni emperyal politikalar doğrultusunda bir kez daha dizayn etmekti. Plan doğrultusunda da bölgedeki siyasal İslam “adalet ve kalkınma” partileri üzerinden siyasal sürece dahil ediliyordu. Dönemin sabık ABD Başkanı George W. Bush projeyi bu kez “Genişletilmiş Orta Doğu Projesi” (GOP) olarak ilan etti.
Bu açıklamayı izleyen yıllar içinde Atlantik kıyısındaki Fas’tan Arap yarımadasındaki Yemen’e, Kızıldeniz’in kenarındaki Cibuti’den Akdeniz’deki Suriye’ye kadar Orta Doğu ve Arap coğrafyasında bir “adalet ve kalkınma” furyası başladı. Başkan Bin Ali’nin devrildiği Tunus’ta bu süreçte kurulan 25 partinin yedisi; “Adalet ve Kalkınma Partisi”, “Adalet ve Kalkınma İçin Geleceğin Partisi”, “Adalet ve Kalkınma için Özgürlük Partisi” … şeklinde “adalet ve kalkınma” uzantılıydı. Müslüman Kardeşler Örgütü Mısır’da “Adalet ve Özgürlük” adıyla partileşti. Fas’ın lamba amblemli Adalet ve Kalkınma Partisi’nin rol modeli “bizim” Adalet ve Kalkınma Partisi olarak ortaya çıktı. Suriye’de o yıllardaki muhalefet “Adalet ve Kalkınma Hareketi” ismiyle örgütlenirken Yemen’de muhalifler “Adalet ve Kalkınma Bloku” etrafında birleşti. Ürdün, Sudan, Cibuti ve Moritanya’daki “adalet ve kalkınma” partilerini de unutmamak gerek bu arada.
Fas, Mısır, Tunus, Yemen, Suriye, Sudan, Ürdün, Cibuti, Türkiye. Adları aynı, dertleri aynı, söylemleri aynı. Amblemleri bile birbirine benziyordu. Hepsi birer seri üretim ürünü gibiydi. Okyanus ötesi laboratuvarlarda birer emperyal proje ürünü olarak piyasaya sürüldüler.
Tunus’un iç kesimlerindeki Sidi Bouzid kentinde, diplomalı işsiz Muhammed Bouazizi’nin, tezgahına el konulmasını protesto için bedenini ateşe vermesinin üzerinden fazla geçmeden Bouazizi’nin yaktığı ateş bir anda bütün bir Arap coğrafyasında derin sarsıntılara yol açtı. Yoksul, işsiz, geleceksiz kitleler Kahire’den Sana’ya, Manama’dan Trablus’a kadar her yerde sokaklara çıktı. Tunus, Mısır, Yemen, Libya’da iktidarlar devrildi. Kiminde içsel dinamiklerin, kiminde ise emperyalist müdahaleciliğin etkisiyle.
Bin Ali, Mübarek, Ali Abdullah Salih gibi zorbalar devrilse de “Arap Baharı” adı verilen bu sürecin daha başlarında bir terslik vardı. Kar topu gibi büyüyen öfke dalgası her nedense bölgenin en gerici yönetimlerine sahip Suudi Arabistan, Ürdün, Umman, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Fas, Kuveyt gibi monarşileri teğet geçti. Bir diğer monarşi ülkesi Bahreyn’de ise aylar süren muazzam direniş Körfez Arap ülkelerinin orduları tarafından bastırıldı. Arap askerlerinin Bahreyn’deki İnci Meydanı’na ayak basmasıyla ortaya çıktı ki bahar bir aldatmacaydı ve sadece bölgenin restorasyonu için gerekli görülen merkezlerine gelecekti!
Halkların, emekçilerin, yoksulların öfkesini çalan ve manipüle eden emperyalistlerle onların yerli işbirlikçilerinin amacı bölgenin yeniden dizaynıydı. Bu kapsamda Arap monarşilerine dokunulmayacak, “laik/seküler” yönetimler alaşağı edilecek, bölge bir bütün olarak emperyalizme, piyasaya ve kapitalist küreselleşmeye uyumlu ama aynı zamanda öfkeyi bünyesinde eritecek “Ilımlı İslamcılar”a (Müslüman Kardeşler gibi) teslim edilecekti. Bu vesileyle hem bölgenin liberalizasyonu sağlanmış olacak hem istenmeyen liderler bertaraf edilecek hem de iktidara dahil edilerek Arap gençlerinin öfke ve radikalliği satın alınacaktı. Bu siyasal mühendislik tasavvurunun neticesinde iktidarın tepsiyle sunulduğu Müslüman Kardeşler (İhvan) güç zehirlenmesi yaşayınca, yeni bir yol arayışına girildi. “Ilımlı İslamcılar”ın bu süreç zarfında halklara vaat ettiği tek şey neoliberal ekonomik politikalar ve şeriat yasaları oldu. Bahar diye yutturulan mühendislik ise çoktan yoksulların kara kışına dönüştü.
Orta Doğu’nun en kozmopolit ülkelerinden Suriye, “Arap Baharı” adı verilen sürecin vurduğu son halkaydı. Hedeflenen Tunus, Mısır, Libya, Yemen derken Suriye’ye kadar uzanan coğrafyada Müslüman Kardeşler eliyle bir Ilımlı İslamcı iktidarlar kuşağı yaratmaktı. Libya örneğinde olduğu gibi işler yolunda gitmeyen yerlerde emperyalist askeri saldırganlık devreye girdi. Dünyanın çeşitli ülkelerinden taşınan cihatçılar vasıtasıyla Suriye adeta bir cihat merkezi yapıldı. Türkiye, Katar, Suudi Arabistan, BAE, Ürdün gibi bölge ülkeleri tüm güçleriyle çatışmalara müdahil oldu. İç savaş derinleştikçe daha fazla aktör devreye girdi ve bir süre sonra vekalet savaşı bitti, bizzat aktörlerin kendileri; ABD, İngiltere, Fransa, Rusya, İran cephedeki yerlerini aldı. Günümüze gelindiğinde savaş istendiği gibi bitmiş, “ılımlılaştırılan” radikal İslamcılar Suriye’ye egemen olmuştu. Türkiye de bu süreçte başat bir rol oynamış, emperyalizmin koçbaşı işlevini görmüştü.
BOP ve Türkiye
Projenin ilan edildiği yıllarda Türkiye’de üçlü bir koalisyon hükümeti vardı. Birdenbire koalisyonun küçük ortağı MHP hükümeti bozarak ülkeyi erken seçime götürdü. Seçimlerin parlayan yıldızı AKP idi. Ülkedeki faşist hareketin temsilcisinin emperyal siyasete hizmeti devam ediyordu. Sömürge tipi bir faşist hareketin varlığıyla uyumlu bir gelişmeydi. AKP’nin iktidara gelmesi için gerekli düzenlemeler onların eliyle yürütüldü.
BOP, Türkiye’de AKP’den önce uygulamaya konulmuştu. Türk ordusu 1997’den itibaren kabuk değiştirmeye başlamıştı ve çöl şartlarında savaş tatbikatları yapıyordu artık. Ordunun derinlemesine harekât niteliği geliştirilmeye başlamıştı. Böylece emperyalist siyasetin AKP öncesinde Türkiye’de projesini uygulamaya koydurduğunu görebiliriz.
Yine bu dönemde devletin gizli anayasası olarak nitelendirilen ve kamuoyunda “Kırmızı Kitap” olarak adlandırılan Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi’nde (MGSB) düzenlemeler yapıldı. MGSB esasında bir NATO/ABD mamülüdür. Soğuk Savaş ikliminde “Küçük Amerika” olma rüyaları kuran dönemin muktedirlerinin girişimiyle “Kırmızı Kitap” ilk kez Türkiye’nin NATO’ya girişinden sonra oluşturuldu. İlk güncelleştirme de 1960 Darbesi’nin ardından 1961’de yapıldı. O zamanki adı “Milli Güvenlik Politikasının Esasları”ydı. Tabii ki bu ilk belgelerde Komünizm ve Sovyetler Birliği birinci ve öncelikli tehdit olarak değerlendirilmişti. Amerikan emperyalizminin istemleri doğrultusunda devletin bütün kurumlarının bu duruma göre konumlanması öngörülüyordu. Sol-komünizm düşmanlığının kökeni de bu belgelerle milli politika haline getiriliyordu.
12 Eylül Darbesi’nden sonra belgede ikinci güncelleştirme işlemi yapıldı ve bölücülük komünizmle birlikte öncelikli tehdit kapsamına alındı. İran bir dış tehdit unsuru olarak belgeye geçti (Yanardağ 2002). İlk dikkat çeken güncelleme 1992’de Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası yapıldı. Kuzey ve Batı tehdidinin yerine güneyden Orta Doğu’dan gelebilecek tehdit ön sıraya yerleştirilmişti. Yunanistan ve Suriye, İran’ın yanında dış tehdit unsurları arasında sayıldı.
Ekim 1997 yılında Kırmızı Kitap’ın varlığını tüm ülke bu tarihte MGK’ye “çok gizli” ibaresiyle sunulan belgenin basına sızdırılmasıyla öğrenmiş oldu. İrtica ve bölücülüğün yanında ülkücüler de belgeye giriyordu. İlk kez, “ırkçılığa dönüştürülen Türk milliyetçiliği” açıkça “milli tehdit” unsuru olarak saptanıyordu. AKP’nin iktidara gelmeden önceki son Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi 2001’de güncellendi. Belgede “bölücü terör” ve “irtica” birlikte öncelikli tehdit olarak belirlenmişti.
Kasım 2005’teki güncellemede Türkiye’nin etrafında bir güvenlik çemberi oluşturması gerektiği vurgulanırken, iç tehdit unsurları olarak irtica ve bölücülüğün aynı önemde sorun olduğuna dikkat çekildi. Yunanistan, Ermenistan, İran, Irak güvenlik tehdidi olarak belgede yer aldı. Hatay ve Karadeniz özel olarak işlendi ve buralardaki “dış kaynaklı” faaliyetler ulusal güvenlik tehdidi olarak belgeye not edildi.
Ekim 2010’a gelindiğinde tarikat, cemaatlerle iş tutan, FETÖ’nün ortaya çıkmasına zemin hazırlayan iktidar ilk kez irtica tehdidine Kırmızı Kitap’ta yer vermedi. Bunun yerine iç güvenlik bölümünde “din istismarı ile aşırı dinci örgütler” ifadeleri kullanıldı. Gezi Direnişi’nin hemen sonrasında 2015’te güncellenen güvenlik algılamasında ise ulusal güvenlik riskleri arasında “sivil itaatsizlik ve halk ayaklanmaları çıkarmaya yönelik girişimler”in yanı sıra “ulusal güvenliği tehdit eden paralel yapılanmalar” Kırmızı Kitap’a girmişti. “Legal görünümlü illegal yapılar” ile FETÖ de belgede yerini almıştı.
Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi son olarak 30 Eylül 2019’da MGK’de ele alınarak güncellenmişti. Yenilenen Kırmızı Kitap’ta Suriye baş tehdit olarak kodlanmıştı. “Suriye’nin kuzeyinden gelen tehdit”in ülke için beka sorunu olduğu kaydedilmişti. PKK bu kez “Suriye kaynaklı, sınır aşan tehdit” olarak belgeye girmişti. YPG/PYD/SDG dış destekli “garnizon yapılanmalar” olmakla suçlanmıştı.
Emperyal Siyaset ile Ortak Gündem
Emperyalistler açısından Orta Doğu’da görünen ilk hedef Arap milliyetçiliğinin etkin olduğu Mısır ve Suriye idi. Mısır’da Müslüman Kardeşler örgütü çevresinde oluşan yeni iktidar ülkede darbeye neden olurken Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan Suriye’deki Baas iktidarını hedef alarak “Suriye bizim iç meselemizdir. Artık sabrın son anlarına geldik” diye açıklamalar yapıyordu. Erdoğan tarihi ve kültürel nedenlerle kayıtsız kalamayacaklarını belirttiği Suriye’ye yönelik olası bir emperyal saldırının köşe taşlarını döşüyordu.
Bu süre zarfında önce Libya’daki emperyalist saldırıya bilfiil destek verildi. Hatta bu destek o kadar ileriye götürüldü ki İzmir emperyalist saldırı için savaş örgütü NATO’nun merkez üssü haline getirildi. Libya’yı bombalayan güçler İstanbul’da ağırlandı. Türkiye’deki yeni iktidarın emperyalist siyaset ile kendi siyasetlerini örtüştürme derdine girdiği dönem de bu dönemdi. Artık “Yeni Osmanlıcılık” adıyla tanımlanan bir yayılma ve hegemonya siyaseti güdüyordu İslamcılar ve bütün çabaları kendi projeleri ile emperyalist projeyi içiçe geçirmekti.
2012 yılı içerisinde Suriyeli muhaliflerin iki önemli toplantısına ev sahipliği yapıldı. Muhalif gruplara silah ve askeri destek verildi ancak Suriye’de kısa zamanda bir iktidar değişikliği bekleyen AKP iktidarının hesapları tutmamıştı. Süreç uzadıkça ve Suriye rejimi direndikçe Suriye’deki İslamcı hareketler kuzeye doğru yaslandılar. Büyük bir göç hareketi başladı. Milyonlarca Suriyeli sınırı aşarak Türkiye’ye sığındı.
Pandoranın kutusu açılmıştı. 1923’ten beri Kemalistlerin ilişkiyi kestiği Orta Doğu ile AKP’nin kurduğu ilişkinin yeni sonucu “Türkiye’nin Orta Doğululaşması” oldu. Bu sadece milyonlarca Suriyelinin artık Türkiye’de yaşamasından ibaret bir süreç değildir. Bölge siyasetinde Türkiye’nin bir aktör olarak ön sıraya geçmesidir de aynı zamanda.
Erdoğan-Davutoğlu ikilisi eski Osmanlı hinterlandında Irak-Suriye coğrafyasında bir genişleme derdine düştü stratejik derinlik hayaliyle. Tayyip Erdoğan Şam’daki Emeviyye Camii’nde Cuma namazı düşleri kurdu. Neo-Osmanlıcılar Suriye’de olası bir İhvan iktidarı uğruna sınırları sonuna kadar cihatçılara açtı. AKP Türkiyesi de ÖSO, Ahrar’uş Şam gibi örgütler ve eğit-donat üzerinden Sünni Araplarla Türkmenleri kullanarak Suriye’ye müdahale etti. Milyonlarca mültecinin yaşadığı Türkiye’de sınır hattındaki kamplarda cihatçılara silahlı eğitim verildi. Cihatçılara sınırsız lojistik destek sağladı, MİT bu iş için seferber edildi, tırlar dolusu silahlar taşındı.
Sloven yazar Slavoj Zizek o yıllarda yazdığı bir yazıda; Balkanlar’dan İskandinavya’ya, ABD’den İsrail’e, Orta Afrika’dan Hindistan’a aydınlanma değerlerinin gerilediği, etnik, dinsel ihtirasların yükseldiği yeni bir karanlık çağ üzerimize çöktüğüne dikkat çekmişti. Zizek’e göre bu ihtiraslar arka planda her zaman vardı, yeni olan şey, bunların günümüzde düpedüz ve utanmaksızın dışa vurulabilir hale gelmesiydi
Yeni Türkiye’de günbegün yeni bir gerici uygulamaya imza atılırken, IŞİD ve El Kaide uzantılı radikal İslamcı gruplar da Afrika’dan Uzak Doğu’ya, Orta Doğu’dan Kafkasya’ya kadar her tarafta kanlı vahşetlere imza atıyorlardı. AKP ise bölgesel ittifaklarını bu unsurlar üzerinden şekillendirdi. Bu gruplarla dostluklar geliştirildi. Nijerya El Kaidesi Boko Haram’a Türk Hava Yolları aracılığıyla silah gönderilirken de Suriye El Kaidesi El Nusra’ya MİT tırlarıyla silah yollanırken de tek referansları İslam kardeşliğiydi.
İhvan’dan Ilımlı İslam’a
Ancak ilerleyen yıllarda AKP’nin yatırım yaptığı “İhvancı” çizgi Orta Doğu genelinde gerilemeye başladı. Özellikle Kuzey Afrika’daki gelişmeler bu yönde oldu. Yerli İhvancıların rol modeli olan ve Tunus’un AKP’si olarak adlandırılan Nahda’nın lideri Raşid Gannuşi, parti kongresinde “din artık politikaya rehin olmayacak. Siyasal İslam’ı geride bırakıp demokratik İslam’a geçiyoruz. Artık siyasal İslam’ı temsil etme iddiasını taşımayan Müslüman demokratlarız” dedi. Nahda’nın ardından Müslüman Kardeşler de benzer bir sürece girdi. Mısır İhvanı, Gannuşi’nin yaklaşımlarını ve açıklamalarını gündemlerine aldıklarını, siyasi çizgilerinde benzer yönde revizyona gidebileceğini açıkladı.
Bölgede “Siyasal İslamı terk edelim” dalgası yayılırken, İhvan’ın ana damarları görünürde de olsa bu yönde irade beyanında bulunurken, bu durum en çok Türkiye’deki İhvancıları üzdü. Mezhepçi faşizmin inşası yolunda dur durak bilmeden ilerleyen İslamcılar, “Tek lider, tek dava, tek hareket” kutsiyetine dayalı gerici modellerini kutsallaştırırken, Kuzey Afrika’dan gelen din ile siyaseti birbirinden ayırın açıklamalarına en büyük tepkiyi gösterenler oldu. Haftalarca bu kararın yanlışlığı üzerine kafa yordular, akıl verdiler!
AKP eliyle sürdürülen İslamcı restorasyon da neo-Osmanlıcılık da bu süreçte güç kaybetti. Her türden gericiliğin pompalandığı, karanlık dönem parça parça döküldü. İçeride olduğu kadar gerici değerler üzerine inşa ettikleri dış politikalar da çuvallamıştı. Bu iflası değerli yalnızlık olarak gizlemeye çalışsalar da pek inandırıcı değildi. İçeride olduğu kadar dış politikada da gericiliğe yapılan yatırımlar Neo-Osmanlıcılık’tan Pan İslamizm’e evrilen bir dış politika mühendisliğinin yol göstericiliğinde dönüşmeye başladı.
Türkiye’deki İhvancıların Nahda ve İhvan’ın çark etmesine muadillerinden fazla dövünmesi nedensiz değil. Orta Doğu halklarının başına musallat edilen siyasal İslam projesi çöktü. Müslüman Kardeşler’den Selefi ve Vahabi örgütlere, Suriye’de IŞİD ve El Nusra’ya destek ve yandaşlığa uzanan cemaat ve tarikatlar ittifakı AKP projesi de çökmek üzere. Saray ve AKP merkezli provokasyonların, şiddetin, ayrıştırıcı politikaların son dönemlerde artmasının nedeni de bundan!
Suriye Beklendiği Kadar Hızlı Çökmedi
Konu Orta Doğu olunca, adımların dikkatlice atılması şart. Söz konusu olan Suriye ise bu biraz daha dikkatli olmayı gerektirir, çünkü Suriye Savaşı’nda pek çok hesaba katılması gereken etmen ve aktör vardı. Emperyalizmin, AKP’nin ve Yeni Osmanlıcı ideologların Suriye konusunda yaptığı en büyük hata Beşar Esad’ın da Mübarek ve Kaddafi gibi hızla devrileceği şeklindeki yanlış hesaplardı. “Arap Baharı”nın doğrusal bir süreç olacağı beklentisi ve yaratılan suni rüzgârın bu yanılgıda etkisi büyüktü. Oysa Suriye, bölgedeki diğer ülkelerde olmayan üç farklı güç kaynağına dayanıyordu Soğuk Savaş’ın ortalarından beri: Baas ideolojisinin gücü, Sovyetler/Rusya desteği ve İran/Şii jeopolitiği. Buna bir de Suriye’nin İsrail-Filistin sorunu konusundaki tarihi konumunu ve Lübnan Hizbullahı’nı eklerseniz anlatmak istediğim daha net ortaya çıkar. Bu faktörler Suriye’nin düşmesinin neden bu kadar uzun sürdüğünü açıklar. Bu durum Suriye sorununun çevresini içine çeken gayya kuyusuna nasıl dönüştüğünün de açıklamasıdır özetle. Türkiye’de, Lübnan’da, Irak’ta ardı ardına patlayan bombalar Paris’i, Brüksel’i, Roma’yı, Dakka’yı kana bulayan cihatçılar için ana beslenme kaynağı bu savaştı. Türkiye bu süreçte eğlence yerlerinde kitleleri hedef alan bombalı saldırılar, havaalanı ve sinagog baskınları ile İslamcı şiddetle tanıştı ve uzun bir zaman bununla yaşadı. Ankara’nın göbeğinde ve Suruç’ta patlayan ve Kürt hareketini hedef alan IŞİD bombaları artık Suriye’de savaşan güçlerin savaşı Türkiye’nin içine taşıdığını göstermiştir. Orta Doğululaşmanın Türkiye için bir sonucu da sağda solda patlayan bombalar, etnik ve dinsel çekişmelerin şiddet sarmalında çözülmeye çalışılmasıydı.
Gelen göçmenlerin ülkede yarattığı hoşnutsuzluğun giderek milliyetçi bir rüzgar yaratması ve faşist siyasetlerin yelkenlerini şişirmesi de bonus olarak girdi Türkiye’nin gündemine. Göçmen işçileri ucuz işgücü olarak çalıştıran küçük ve orta büyüklükteki işletmelerin bu duruma itirazı yoktu ancak ülkedeki laik-cumhuriyetçi kitlelerin, kendilerini tehlikede hisseden Alevilerin hoşnutsuzluğu giderek artmaktadır.
Son Söz
Bugün Suriye’deki gelişmeler, Esad’ın devrilmesi sonucu oluşan ortam bölgede ve Türkiye’de çok ciddi sonuçlar doğurabilme potasiyeline sahip. Suriye’de oluşan yeni iktidarın kravatlı da olsa temsil ettiği mezhepçi İslam çizgisi ve bu çizginin etrafına dizilen Orta Doğu ülkeleri yeni bir çatışma alanı yaratmaktadır. Türkiye’nin de bundan etkilenmemesi olası değil. AKP hükümetinin Orta Doğu’da yaşanan saflaşmalardaki konumu bu ihtimali yükselten faktörlerden. Suudi kralı öldüğünde üç günlük ulusal yas ilan edecek kadar Suudi Monarşisi ile içli dışlı olan AKP hükümetinin mezhepçi dürtülerle Suudilerin yanında saf tutması ülkeyi Orta Doğu bataklığının içine tam anlamıyla sürüklemesi demektir. Bugün emperyalizmin bölgedeki en önemli hedefi İran’dır ve bu Orta Doğu’daki yeni bir Şii-Sünni krizinin ayak sesleridir. Bu tuzağa düşmeden yeni bir çatışmanın çıkmasını önlemeye katkı vermek bugün en doğrusu.
Kaynakça
Bernard Lewis (1990). The Roots of Muslim Rage: Why so many Muslims deeply resent the West, and why their bitterness will not easily be mollified”, https://www.theatlantic.com/magazine/archive/1990/09/the-roots-of-muslim-rage/304643/
Merdan Yanardağ, “Kırmızı Kitap”, 14 Aralık 2002, Bianet.
Samuel Huntington (2021). Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması. Panama Yayıncılık.
Zbigniew Brzezinski (2010). Büyük Satranç Tahtası/Amerika’nın Küresel Üstünlüğü ve Bunun Jeostratejik Gereklilikleri. İnkılap Kitabevi.
[1] ABD Başkanı Woodrow Wilson’un yeni sömürgeciliğin kilometre taşı olan ve sömürge sahibi diğer emperyal ülkelerin ellerine tuttukları sömürgeleri kaybetmesi ile sonuçlanacak ve bu sömürgelerin ABD’ye iktisadi bir biçimde bağlanmalarını sağlayacak, 8 Ocak 1918 tarihinde ABD Kongresi’nde 14 madde halinde açıkladığı ilkeler