
Celal Özkızan
Giriş
Emekçinin Partisi Bağımsızlık Yolu’nun Servet Vergisi kampanyası, halkın ihtiyaçlarına maddi kaynak oluşturma mücadelesinin bir parçasıdır. Teknik bir terminoloji kullanacak olursak, kamusal yatırımların finanse edilmesi sürecine ilişkin tartışmalara yapılmış devrimci bir müdahaledir. Kökleri 2018 yılına kadar uzanan ve 2020 yılında “Ultra Zenginlere Servet Vergisi” sloganıyla netleşen bu talebi konu edecek olan bu yazı, beş kısımdan oluşacaktır. Birincisi, servet oluşumunun teorik bağlamı, yani bir bütün olarak kapitalist toplumsal yapı içindeki anlamıdır. İkincisi, Servet Vergisi talebinin teorik bağlamı, yani bu talebin toplumun devrimci bir dönüşümü içerisindeki işlevidir. Üçüncüsü, bu talebin global bağlamı, yani dünyanın çeşitli ülkelerindeki benzer talepler ile olan ilişkisidir. Dördüncüsü, bu talebin Kıbrıs’ın kuzeyindeki siyasal finansman tartışmaları içindeki özgün yeri, yani egemen sınıfın ve onun bir uzantısı olan rejim siyasetin öne sürdüğü seçeneklere karşı nasıl bir alternatif oluşturduğudur. Beşinci ve son kısım ise, Emekçinin Partisi Bağımsızlık Yolu’nun Ultra Zenginlere Servet Vergisi talebinin tam olarak ne olduğunun en somut haliyle ve ortaya koyduğu kriterler aracılığıyla ayrıntılandırılmasıdır.
1. Kapitalist Toplumsal Yapı İçinde Servet Oluşumu
Yerleşik hayata geçildiğinden beri toplumlar, ister antik çağda köleciliğe dayalı bir şehir devleti olsun, ister toprakları uçsuz bucaksız bir feodal Orta Çağ imparatorluğu olsun, isterse de modern kapitalist bir toplum olsun, ihtiyaçlarını karşılamak için üretmek durumdadırlar. Ancak, kapitalizm öncesi toplumlarda, üretimin çok büyük bir kısmı, kısa bir süre içinde tüketilecek ürünler için yapılmaktaydı. Kapitalizm öncesi toplumların neredeyse tamamen tarımsal üretime dayalı olduğu düşünüldüğüne bu durum şaşırtıcı değil. Servetin ise, üretilmesine rağmen tüketilmeyerek biriktirilen kısım olduğunu düşündüğümüzde, kapitalizm öncesinde kayda değer bir toplumsal servetten söz etmek mümkün değildir. Sürekli bir servet birikimini mümkün kılacak bir üretim seviyesi, ancak üretim araçlarının hızla gelişmesi üzerine kurulu olan kapitalist üretim biçimi ile mümkün hale gelmiştir.
Burada bir parantez açıp, servetin tanımına ilişkin bir netleştirme çabasına girmek gerek. Örneğin, diğer tüm faktörleri göz ardı edersek, yeraltı su kaynakları zengin ve güneşi bol bir coğrafyadaki tarımsal üretim, kurak bir step coğrafyasındaki tarımsal üretimden daha yüksek olacaktır. Bu durumda, güneş enerjisini ve yeraltı su kaynaklarını servetin bir parçası olarak saymalı mıyız? Eğer doğal kaynakları servetin bir parçası olarak saymayacaksak, örneğin Suudi Arabistan’ın servetini hesaplarken, doğal bir kaynak olan petrolü dışarıda mı bırakacağız? Köleci bir toplumda, bir köle sahibinin kölelerini, o köle sahibinin servetinin bir parçası olarak mı sayacağız? Eğer insanın kendisini servete dahil etmeyeceksek, insan emeğinin tüm servet oluşumunun doğrudan ya da dolaylı parçası olduğu gerçeğiyle nasıl baş edeceğiz? Sade bir tanım yapabilmek için, servetin sadece üretim sonucu ortaya çıkmış mallar, mülkler ve finansal birikimler olduğunu bir anlığına kabul edelim. Buna göre, yüz binlerce kişilik orduları mobilize etme ve yüzlerce köleye canının istediğini yaptırabilme otoritesine sahip antik çağ imparatorlarının, meta bolluğu içinde yaşayan günümüz ABD toplumunun orta-üst gelir grubuna ait sıradan bir üyesinden bile daha az çeşitlilikte mala ve mülke erişimi olmasından hareketle, bir antik çağ imparatorunun günümüz ABD’sindeki bir şirket müdüründen daha az servete sahip olduğunu mu iddia edeceğiz?
Görüldüğü üzere farklı dönemler ve farklı toplum biçimleri arasında objektif bir servet kıyaslaması yapabileceğimiz evrensel bir servet tanımı yapmak mümkün değil. Nitekim servet, belirli bir toplumsal yapı, üretim biçimi ve güç ilişkileri içinde farklı anlamlar, değerler ve işlevler kazanan bir kavram. Modern ekonomi politiğin kurucu isimlerinden Adam Smith, serveti, harekete geçirilebilecek olan emek miktarı olarak tarif etmişti. Smith’in yaşadığı dönemde yeni serpilmeye başlayan kapitalist üretim biçiminin güçlü izlerini taşıyordu bu tanım. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, kapitalizm öncesi toplumlarda üretilenlerin çok büyük bir çoğunluğu anında ya da kısa bir süre içinde tüketiliyordu. Yani birikim, bir norm değil bir istisnaydı. Sermaye birikimi olarak da bilinen kapitalist birikim ise, istisna değil normdur. Bu normu egemen kılan ise, insan emeğinin kapitalizm altında yepyeni örgütlenmesiydi. Emek artık toprağa çakılı bir şekilde her yıl az çok aynı miktarda tarımsal ürünü üretmekle kalmayacaktı. Emek, büyük bir çoğunluğu anında tüketilmek üzere, geri kalanı ise egemenlerin lüks yaşamı ile askeri ve altyapıya ilişkin harcamalara aktarılmak üzere sabit bir çıktıyı üretmekle de artık yetinmeyecekti. Emek, başta sanayi üretimi olmak üzere artık hayatın her alanında kâr ilkesi çerçevesinde hareket edecek, hemen tüketilmek üzere değil çeşitli pazarlara satılmak amacıyla üretilmiş ürünleri üretecek, sabit bir çıktıyı üretmekle yetinmeyip sürekli artan bir sermaye birikim sürecinin merkezinde yer alacaktı. Emeğin bu yeniden örgütlenmesi, sürekli bir teknolojik gelişimi de beraberinde getirmiş, üretim araçları modernize olmuş ve bugün bildiğimiz anlamıyla kapitalizm ortaya çıkmıştır.
İşte modern kapitalist anlamıyla servet, kapitalist üretim biçimi bağlamında ifade ettiğimiz servettir. Yani, emek gücünün, özel ellerde toplanmış üretim araçları etrafında, ücreti karşılığında işe koşulduğu, üretimin doğrudan tüketim için değil kâr amacıyla kapitalist piyasalara yönelik gerçekleştirildiği ve üretilen ürünlerin kullanım değeri ve kıymeti değil değişim değeri (yani sermaye birikim sürecine bir meta olarak sağlayabileceği ticari değeri) temel alınarak toplumsal kaynakların organize edildiği kapitalist sistem içinde servet oluşumundan söz etmekteyiz.
2. Kapitalist Toplumsal Yapı İçinde Servet Vergisi
Birinci kısımda ifade ettiğimiz üzere servet; üretim, üretim ilişkileri ve üretim biçimi ile ilgili bir kavramdır. Kapitalist bağlam içerisinde servet, kapitalist üretimden ayrı düşünülemez. Öte yandan Servet Vergisi, ilerleyen kısımlarda -gerek dünya genelinde gerek Bağımsızlık Yolu’nun talebi özelinde- ayrıntılandırılacağı üzere, üretim ilişkilerini dönüştürmeyi doğrudan hedef alan bir talep değildir. Eğer devrimci bir dönüşümden kapitalist toplumsal düzenin bir bütün olarak dönüşümünü, yani kapitalizmin ortadan kaldırılmasını anlıyorsak, Servet Vergisi kendi başına devrimci bir talep değildir. Nitekim gerek Bağımsızlık Yolu’nun kampanyasında gerekse de dünyadaki çeşitli örneklerde görebileceğimiz üzere, Servet Vergisi talebi üretim sürecine veya ilişkilerine yönelik değil, halihazırda üretilmiş olan menkul, gayrimenkul ve finansal varlıklara yöneliktir. Kaldı ki, doğrudan üretimi ve gündelik kapitalist ekonomik işleyişi vergilendiren vergi türleri de (örneğin kurumlar vergisi) kendi başına devrimci bir talep olarak değerlendirilemez. Gerçekten de gerek Servet Vergisi gerek başka çeşitli vergi türleri, kapitalist toplumların parçası olabilmekte, hatta kapitalizmin sorunlarını çözmek için bazı durumlarda bizzat kapitalistlerce veya onların siyasi temsilcilerince dahi önerilebilmekte ve uygulanabilmektedir.
Servet Vergisi talebi halkçı bir taleptir ve halkın acil sorunları ve ihtiyaçları bakımından hem Kıbrıs’ın kuzeyinde hem de dünyanın pek çok diğer ülkesinde ilerici bir nitelik taşır. Ancak Servet Vergisi talebinin devrimci bir niteliğe bürünebilmesi için, bir bütün olarak kamucu bir ekonomi ve toplumsal düzen hedefi doğrultusunda ve ideolojisi çerçevesinde, emek temelli ve sınıfsal bir siyasal mücadele etrafında yükseltilmesi gerekir. Bu doğrultuda, Servet Vergisi talebinin, bu derginin diğer yazılarında ayrıntılandırılan taleplerle ve daha nicesiyle bir bütün olarak okunması ve düşünülmesi gerekmektedir.
Servet Vergisi’nin kendi başına devrimci bir talep olmaması, Servet Vergisi’nin kendi başına sistem-içi bir talep olduğu anlamına da gelmez. Zaten hiçbir talep, kendi başına bir politik doğrultuya işaret etmez. “Devrim istiyoruz” talebi dahi, kendi başına devrimci bir talep değildir, zira devrim, toplumsal ve siyasi bir hedeftir ve tıpkı fikirler gibi talepler de toplumsal bir karakter kazanmadıkça ve örgütlü bir sınıfsal hareketin siyasal bir ifadesi haline gelmedikçe, devrimci bir karakter kazanamazlar. Neyin devrimci bir talep olup olmadığı, tek başına teorik, kitabi veya tarihsel referanslarla ya da talebi dile getiren öznenin niyeti ile değil, pratik anlamda ortaya konulan mücadelenin niteliği, bu mücadeleyi çevreleyen kapsamlı ilkeler bütünü ve en nihayetinde emekçi sınıfların siyasal mücadelesinin cesareti ve kararlılığı ile ölçülebilir ancak.
3. Dünyada Servet Vergisi
Ultra zenginlere yönelik bir Servet Vergisi talebi, her geçen gün popülerlik kazanmaktadır. Bu popülerliği destekleyen üç süreç vardır. Birincisi, egemen sınıfların belirli kesimleri servet vergisini, kapitalist sistemin yeniden üretimini sağlamak ve karşılaştığı krizler ile sorunları aşmak için bir seçenek olarak tartışmaktadır. Gerek biriken sermayenin kapitalist anlamda üretken alanlara ve kârlılığın istikrarını tesis edecek yerlere kanalize edilmesi ihtiyacı, gerekse de kamu finansmanına ilişkin açmazların önüne geçilmesi bakımından Servet Vergisi, son zamanlarda kapitalistler bakımından dahi meşru bir seçenek haline gelmiştir. Unutmamak gerekir ki kapitalizm, tek tek kapitalistlerin kâr hırsına veya kapitalizmin toplumları sarıp sarmalayan yapısal kıskaçlarına terk edilebilecek kadar istikrarlı bir sistem değildir. Bağışıklığı zayıf bir hasta misali sürekli kontrol altında tutulmalı, çok yönlü müdahalelerle sistemin yeniden üretimi tesis edilmelidir. 1930’lara kadar altın standardına dayalı sabit döviz kuru sisteminden tutun da günümüz neoliberalizminin -döviz kurları dahil- deregüle edilmiş yapısına, 2. Dünya Savaşı’nın sonundan 1970’lere kadar gelişmiş kapitalist ülkelerde izlenen Keynesyen politikalardan tutun da global kapitalizmin çevre ve yarı-çevre ülkelerinde izlenen ithal ikameci sanayileşmeye, 1960’lardan itibaren Doğu Asya’nın belli başlı ekonomilerinin izlediği ihracat odaklı sanayileşmeden tutun da Çin’in birkaç on yıldır izlediği kendine özgü sıkı regüle edilmiş kapitalist kalkınma patikasına kadar pek çok farklı sistem-içi model dolaşıma sokulmuştur, sokulmaktadır. Böylesi kapsamlı modellerin yanısıra, kapitalizmin gündelik, kısa vadeli veya orta vadeli işleyişine ilişkin pek çok mikro müdahale de hayat bulmaktadır.
Burada önemli olan husus, kapitalizmin bir sistem olduğu, şu veya bu ekonomi politikasını izleyerek alaşağı edilemeyeceği, ancak toplumun kapsamlı, bütüncül ve devrimci bir dönüşümü ile ortadan kaldırılabileceğidir. Yaygın kanının aksine, kapitalizm demek devletçiliğe karşı piyasacılık veya devlet müdahalesine karşı serbest piyasa demek değildir. Devlet, en nihayetinde kapitalist sistemin bir parçasıdır ve kapitalizmde devlet ile piyasa birbiriyle karşıtlık üzerinden değil tamamlayıcılık üzerinden ilişki kurar. Devlet mülkiyetinin ve devletin ekonomik işletmelerinin yaygın olduğu pek çok kapitalist deneyim de mevcuttur. Tam da bu noktada, kamucu bir ekonomik (ve en nihayetinde toplumsal) düzen ile devletçilik arasındaki ayrımı da yapmak gerekir. Devletçilik, kapitalist üretim ilişkileri içinde var olan bir yaklaşım biçimiyken, kamucu toplumsal düzen (komünizm) kapitalist üretim ilişkilerini aşmayı gerektirir.
Servet Vergisi talebinin son dönemdeki popülerliğinin ikinci kaynağı, ahlakidir. Global kapitalizmin son birkaç on yılı içinde gerek ülkelerarası gerekse de ülkelerin kendi içindeki eşitsizlikler öyle boyutlara ulaşmıştır ki, siyasal görüşünden bağımsız çok sayıda kesim ve çevre, vicdani ve ahlaki bir noktadan hareketle bu eşitsizlikleri bir nebze de olsun gidermek için Servet Vergisi talebini öne sürebilmektedir. O kadar ki, dünyanın çeşitli gelişmiş kapitalist ülkelerinde temsilcisi bulunan Patriotic Millionaires (Vatanperver Milyonerler) isimli dolar milyonerleri oluşumu, hükümetlerinin kendilerine Servet Vergisi uygulanmasını talep etmektedir. Kapitalizm, en çok çıkar sağladığı kesimlerin gözünde bile meşruiyetini yitirecek eşitsizliklere yol açar bir noktaya gelmiştir.
Servet Vergisi talebinin üçüncü dayanağı ise, sol siyasettir. İçinde emek temelli sınıf siyaseti yapan siyasal kesimlerden tutun da sosyal demokratlara ve merkez-sol partilere kadar pek çok sol siyaset, Servet Vergisi talebini yükseltme, hatta bazısı hükümetteyken uygulamaktadır. Kıbrıs’ın kuzeyindeki merkez-sol CTP’nin Servet Vergisi talebine açıktan karşı çıkması, sosyal demokrat TDP’nin ise yeni başkanı Zeki Çeler döneminde bu talebi gündeminden çıkarması, Kıbrıs’ta kendini solda konumlandıran siyasetin dünya solunun ana akımından bile gerici bir tutuma büründüğünün acılı bir göstergesidir.
4. Kıbrıs’ın Kuzeyinde Durum
Kıbrıs’ın kuzeyinde egemenler, halkın kamusal ihtiyaçlarına (sağlık, eğitim, enerji, ulaşım, konut, gıda…) yatırım yapmamanın mazereti olarak bütçe ve kaynak yetersizliğini dile getirmekte, bütçe ve kaynak yetersizliğinin ana sebebi olarak da devletin kamu personeline ve emeklilerine maaş ödemesini işaret etmektedir. Bu iddianın temelsizliğini, bir başka yazıda ifade etmiştim.(Özkızan, 2019) Kaldı ki, Kıbrıs’ın kuzeyinde bir bütün olarak ekonomi ve servet oluşumu başta inşaat, ticaret, turizm ve yükseköğrenim alanlarında olmak üzere muazzam derecede genişlerken, yani kamuyu finanse edebilecek ciddi bir vergi kaynağı oluşurken, büyük sermayenin cebine elini atmamak için bütçe gelirlerini artırmayıp tamamen bütçe giderleri üzerinden tartışılan kamusal yatırım konusu, teknik bir mesele değil, kamu emekçileri ile özel sektör emekçilerini karşı karşıya getirmeyi amaçlayan ideolojik bir tercihtir.
Kıbrıs’ın kuzeyindeki egemen sınıf ve bu sınıfın sağdan ve soldan siyasi temsilcileri (UBP, CTP, DP, HP, YDP, TDP) bırakın pratik bir ihtiyaç olan Servet Vergisi talebine sahip çıkıp ultra zenginleri vergilendirmeyi, bırakın halk yanlısı artan oranlı bir kurumlar ve gelir vergisi reformu için mücadele etmeyi, mevcut yasal vergi sisteminin izin verdiği sınırlar içinde bile ultra zenginlerden vergi toplayabilecek iktidara ve niyete sahip değildir. Hâl böyle olunca, egemen siyasetin seçenekleri, Türkiye’den kredi ve yardım karşılığında para dilenmek ile iç borçlanma adı altında ülkenin büyük sermayesinden faizi karşılığı borç dilenmek arasında sıkışmış durumdadır. Ultra Zenginlere Servet Vergisi kampanyası, egemen siyasetin bu sıkışmışlığının karşısına halkçı bir alternatif olarak çıkmış ve hem halk arasında popülerlik kazanmış hem de egemen siyasetin öne sürdüğü bahanelerin meşruiyetini sarsmıştır.
5. Bağımsızlık Yolu’nun Kampanyası
Son altı yıldır Türk Lirası’nın yaşadığı döviz krizinin ilk ayağı olan 2018 yazında Bağımsızlık Yolu, içine girilen alım gücü ve enflasyon krizi ile pahalılaşma ve yoksullaşma dalgasına emek eksenli ve sınıf temelli bir mücadele süreci başlatarak karşılık vermişti. Bu mücadelenin amacı, krizin bedelinin halka ödetilmesine karşı çıkmak, halkın ihtiyaçlarını ve bu ihtiyaçların nasıl karşılanabileceğini dile getiren somut alternatifler üretmek ve emekçi kesimlerin birbirine kırdırılmasını öngören egemenlerin böl ve yönet yaklaşımına karşı (örneğin kamu emekçileri ile özel sektör emekçilerinin karşı karşıya getirilmesi) emek-sermaye çelişkisi doğrultusunda bir ideolojik hattı güçlendirmekti. Bu mücadele sürecinin bir parçası olarak Bağımsızlık Yolu 2018 Ağustos’unda “Ultra Zenginler İçin Acı Reçete” başlıklı bir bildiri yayınlamış, çeşitli sektörlerdeki köşe başlarını tutan ultra zenginlere karşı çeşitli sektörel vergilendirme önerilerini talep ederek, elde edilecek kaynak ile halkın ihtiyaçlarının karşılanmasını önermişti.
2020 Pandemi Krizi ile bu mücadele hattı daha da yükseltilmiş, “Ultra Zenginlere Servet Vergisi” kampanyası da bu dönemde başlatılmıştı. Yukarıda ifade edilen mücadele amaçlarının yanısıra, bu kampanya ile, halkın ihtiyaçlarının yerine getirilmesi taleplerine karşı egemenlerin klişe mazeretleri olan “bütçede para yok” veya “yeterli kaynak yok” yaklaşımlarına bir cevap üretilmek istenmiş, kaynağın fazlasıyla olduğu, ancak bir avuç ultra zenginin bu kaynakların büyük bir kısmına el koyduğu ifade edilmişti. Kıbrıs’ın kuzeyinin özgün koşulları bahane edilerek meşrulaştırılmaya çalışılan “kaynak yok” yaklaşımının, aslında pek çok kapitalist ülkede egemenlerin halka karşı uyguladığı neoliberal austerity (kemer sıkma) siyasetinden farklı olmadığı vurgulanmıştı.
Bu çerçevede Bağımsızlık Yolu’nun Servet Vergisi talebi, serveti kişilerin sahip olduğu gayrimenkullerin (taşınmaz mallar – konut, arsa ve arazi, apartman dairesi, dükkan, işyeri ve villa), lüks menkullerin (taşınır mallar – kara, deniz ve hava taşıtları, mücevherat, tablolar ve diğer her türden kıymetli menkul) ve banka mevduatlarının toplamı olarak tanımlamış, Servet Vergisi’nin de sadece bu servetlerinin toplamının değeri 500 bin Sterlin üzeri olan ultra zenginlerden, servetlerinin miktarına göre kademeli olarak artan oranlarda alınmasını önermişti.
Bağımsızlık Yolu, Servet Vergisi talebine karşı gerek sağdan gerek soldan yürütülen manipülasyon çalışmalarının önüne geçmek için Servet Vergisi’nin işletmelerden veya günlük ekonomik işleyişten alınan bir vergi türü olmadığını, atıl duran ya da rant ve faiz yoluyla pasif gelir yaratan, yani kalkınmaya yönelik ekonomik yatırıma dönüşmeyen birikimlerden alınacağını, bu nedenle de ekonominin canlanmasına bırakın engel olmayı, yatırımları teşvik edici bir karaktere haiz olduğunu ifade etmiştir. Servet Vergisi’nin ayrıca kurumlar ve gelir vergisinden farklı olduğu, toplumun geniş kesimleri bu iki vergiden mesulken, Servet Vergisi’nin sadece ultra zenginlere yönelik özel bir vergi türü olduğu ortaya konmuş, işletmelerden değil ultra zengin şahıslardan alınacağı ifade edilmiştir.
Bağımsızlık Yolu’nun kampanyasına göre Servet Vergisi aracılığı ile toplanan kaynaklar öncelikli olarak ekonomik darboğazda bulunan özel sektör çalışanlarına, esnafa, küçük işletme sahiplerine, küçük işyerlerine, küçük üreticilere ve hayvancılara, işsizlere ve dar gelirli insanlara bir maddi, nakdi ve ayni destek olarak kullanılır. Yanı sıra, Servet Vergisi’nden elde edilen kaynaklar toplumdaki kamusal ihtiyaçların ve altyapının iyileştirilmesinin finanse edilmesinde, yani sağlık altyapısının iyileştirilmesi, ucuz sosyal konut projeleri, karayolu altyapımızın geliştirilmesi, devlet okullarının iyileştirilmesi, toplu taşımacılığın geliştirilmesi, ülkedeki yerli sanayi üretiminin çeşitlendirilip geliştirilmesi ve enerji harcamalarının kullanıcılara yansıyan maliyetinin düşürülmesi gibi amaçlar doğrultusunda kullanılır.
Sonuç
Ultra Zenginlere Servet Vergisi talebi, halkın acil ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik kaynak arayışına verilmiş pratik bir yanıttır. Aynı zamanda, kaynak arayışı tartışmalarının ideolojik çerçevesini emek-sermaye çelişkisi eksenine çekmeye yönelik taktiksel bir yaklaşımdır. En nihayetinde, Bağımsızlık Yolu’nun kamucu bir toplumsal düzen doğrultusunda verdiği emek eksenli sınıf mücadelesinin stratejik bütünlüğünün önemli bir unsurudur.
Serveti emekçiler üretir. Kapitalist üretim biçimi ise, emekçilerin ürettiği serveti ultra zenginlerin cebine transfer eden ilişkiler bütünüdür. Aslolan, servetin gerçek sahibine, yani onu üreten emekçilere kayıtsız şartsız geri dönmesidir. Servet Vergisi, emekçilerin, sahibi oldukları servete yönelik yaptıkları -şimdilik cılız- bir hamledir. Bu hamlenin başarısı, Servet Vergisi talebinin devrimci bir talep olup olmadığına ilişkin skolastik bir tartışma ile değil, bir bütün olarak devrimci sınıf mücadelesinin kararlılığı, cesareti, aklı ve programatik netliği ile ölçülebilir ancak.
Kaynakça
Özkızan. C. (2019). ‘’Devletin Gelirlerinin Çoğu Neden Maaş Ödemeye Gidiyor?’’,