Salih Erşangil
1970’lerden beridir çok daha yıkıcı bir biçimde doğada ve iklimde meydana gelen değişimleri, Karl Marx daha 19’uncu yüzyılın İngiltere’sinde meydana gelen toprak krizi sonrasında öngörebilmiştir. Marx, bir Alman kimyager olan Liebig’in bir çalışmasından hareketle, toprağın besleyicilerinin toprakta bırakılmadığı takdirde suyu ve havayı kirleteceği, bunun da işçilerin sağlığını olumsuz etkileyeceği sonucuna varmıştır. Marx’a göre, bu metabolik kırılmanın düzeltilmesi gelecek için olmazsa olmazdır.
Feodalizmden kapitalizme geçtikten sonra dünyanın kaynakları hızla tüketilmeye başlamıştır. Artan üretim, fosil yakıt kullanımındaki artışı da beraberinde getirdi. Aşırı üretim sonucu atıklar da çoğaldı. Bu atıklar çevreyi, denizleri, suları kirletti. Dünyamız şu anda büyük bir ekolojik kriz içerisinde bulunmakta. Dünyanın içinde bulunduğu ekolojik krizden çıkış için atılan adımlar, kapitalist sistemin sınırlarını aşmadığı sürece, bazı iyileştirmeler yapılsa bile sorunu kökten çözemeyecektir. Bu tür adımlar, nihayetinde, göz boyama ve vicdan rahatlığından öteye gidemeyecektir. Oysa bizim daha devrimci kararlara ve eylemlere ihtiyacımız var. Bunun için kapitalizmin sınırlarını aşmalıyız.
Bertell Ollman “Diyalektiğin Dansı” adlı eserinde, dans adımlarını sırasıyla şöyle tarif eder: çözümle, tarihselleştir, ileriyi gör ve örgütle. Bizim de yapmamız gereken, bu adımları takip ederek, içinde bulunduğumuz koşulların sebebini bulmaktır. Sonrasında, bu koşullar aracılığıyla geleceği öngörüp, daha iyiye bir gidişin yollarını açmak için örgütlü bir şekilde mücadele etmektir. Sorun şu ki sistem, örgütlü olursak bizi yenemeyeceğini bildiğinden, bireyselliği ön plana çıkararak sürekli bölme eğilimine sahiptir.
Kapitalizmin yarattığı ekolojik kriz, tıpkı ekonomik kriz gibi, daha çok emekçi ve yoksulları etkilemektedir. Bu yüzden de iklimi değil sistemi değiştirmeliyiz. İşte bu makalede, ekolojik yıkımın ve iklim değişiminin bazı sebeplerini, krizden çıkış adına sistemi yeşile boyamaya çalışmak veya bireysel çözümler aramak gibi sonuçsuz çabaları ve alternatif olarak yapılması gerekenler hakkındaki önerileri bulacaksınız.
Kapitalist Ekonomi ve Sanayi Yeşil Olabilir mi?
Sanayi, bir şeyler üretebilmek için emeğe gereksinim duyduğu gibi ham maddeye yani doğaya da ihtiyaç duyar. Kapitalist ekonomide emek gücünün yarattığı artıdeğere el konulması esas olup emek hareketinin örgütlü gücüne göre işçilerin hakları ve emeğin bedeli düzenlenir. Ancak gözden kaçırılan, doğanın tükenmez olmadığı ve bedelidir. Kapitalizmin sürekli büyüme güdüsü, sürekli mallar üreterek bunları satma ve bu satışlardan daha çok kâr elde etme üzerine kurulmuştur. Sürekli üretim yapmak, doğadan daha fazla ham madde almak ve ihtiyaç fazlası birçok ürünü üretmek anlamına gelmektedir. Peki, üretilen bunca ürün ne olacaktır? Bu ürünlerin satılamayıp fabrikada kalması, kapitalizmin doğasına aykırıdır. O zaman başvurulacak tek yol reklamdır. Yapılan reklamlarla ürünün meziyetleri ön plana çıkarılacak, kitlelere suni ihtiyaçlar dayatılarak kişiler birer tüketiciye indirgenecek ve malların satılması sağlanacak, böylece şirketler büyüyecek, zenginleşecek. Bu birikimle yeni fabrikalar açılıp daha çok mal üretilecek. Daha çok üretim, enerji ve ham madde ihtiyacını artırdığı gibi daha çok atık olarak doğaya dönecek, dolayısıyla doğa daha çok sömürülecektir. Bu süreçte doğanın dengesinin bozulması, kâr odaklı şirketlerin elbette ki umurunda değildir. Doğa sömürüsünü gizlemek için de teknolojik imkânlardan faydalanıp enerji dostu, geri dönüşümlü, yeşil etiketli ürünler üretip, tüketicilerin bu ürünleri almalarını teşvik edeceklerdir – çünkü eski ürünler, yenilerine göre daha az çevreci duruma düşmüştür. Yeni ürünü alan tüketici eski ürününü atık olarak çöpe atacaktır. Böylece şirketlerin kârları artarak devam edecek ama bu sürekli ve aşırı tüketim zinciri çevreye zarar verecektir. Üstelik şirketler kendilerini “yeşil” diye pazarlarken, ürünleri alamayan yoksul kitleler için de geriye ancak hayıflanmak kalacaktır.
Kapitalist ülke ekonomilerine baktığımızda, çevre ve çevre ile ilgili sektörlere aktarılan kaynağın çok az olduğunu görürüz. Bu kaynak da ancak birkaç küçük farkındalık projesine harcanmaktadır. Çevreye yapılan yatırım, kâr getirmediği sürece, kapitalist sistem tarafından “ölü” olarak görülür. Kapitalizmin yeni icadı yeşil ekonominin, pek çok sektörü canlandıracağı, sermayenin yeniden değerlenmesi için fırsatlar yaratacağı ortadadır. Nitekim yeşil olmak şirketlerin çoğu tarafından da oldukça kârlı bir strateji olarak benimsenmektedir. Bunlar, yeşil/doğa temalı kurumsal sosyal sorumluluk projelerini finanse etmek suretiyle çevre meselesini ciddiye alır gözükürken, aynı zamanda kamuoyu ve tüketiciler gözünde rakiplerine üstünlük sağlama yarışındadır. Yatırımlar yeni finansman mekanizmaları gerektireceğinden ve tüketiciler çevreci tüketim kalıplarıyla teşvik edileceğinden bankacılık ve finans sektörü de bu dönüşümden kârlı çıkacaktır. Açıktır ki yeşil kapitalizm de doğrudan büyüme odaklı olup, en az önceki büyüme modelleri kadar enerji kaynaklarına ve girdilere ihtiyaç duyar. Burada kaynak ikâmesi (yenilenebilir kaynakların yenilenemezler ile ikame edilmesi) veya daha yüksek enerji verimliliği için yeni teknolojilerin kullanılması kapitalist ekonominin bir bütün olarak genişlemesi amacına yöneliktir. Oysa adına yeşil de dense ekonominin büyümesi ve üretimin sürekli artması, doğanın daha fazla sömürülmesi ve kirlenmesi anlamına gelir.
Rekabet temelli kapitalist sistemde devletler her zaman diğer devletlerin önünde olmak ister ve bu sebeple de ticarete önem verirler. Böylece kendi şirketleri daha fazla kazanıp, diğer devletlerden daha önde olabileceklerdir. Birçok siyasetçi, şirketler yararına geliştirdiği politikaların kendisine oy olarak döneceğini hatta kamusal fayda sağlayacağını düşünmektedir, lakin durum öyle değildir. Şirketler yararına yürütülen politikalar yerine ekonominin planlı olması ve büyüme değil ekoloji odaklı olması, doğanın sınırlılıklarını gözetmesi ancak bizi bu ekolojik yıkımdan kurtarabilir.
Endüstriyel Tarım ve Meta Olarak Gıda
Dünyada açlık büyük boyutlara ulaştığında, bunun çözümü için kapitalist sistem daha fazla üretimi ortaya koymuştur. Üretimin artırılması açlık problemini ortadan kaldırmamış, tarımsal alanların kimyasallarla kirlenmesini, dolayısıyla da canlı yaşamını tehlikeye sokar bir durumu getirmiştir. Daha fazla üretim için ağaçlar kesilerek ormanlar yok edilmiş, dünyanın akciğerlerine zarar verilmiştir. Tarımda monokültür (tek tür ürün ekimi) devrinin başlamasıyla doğanın bütünselliği bozulmuştur. Çünkü bir ekosistemde yararlı ve zararlı her şey bir arada denge halinde bulunur. Tek tip üretime geçtiğinizde, sadece o ürüne zararlı olabilecek organizmalar yaşam bulur çünkü çevrede onları yok edecek düşman bulunmamaktadır. Düşmanı olmayan organizmalar aşırı bir şekilde çoğalarak üretilmeye çalışan ürüne daha çok zarar verir. Bunu engellemek amacıyla üretici de daha çok kimyasal kullanmaya başlar. Daha çok kimyasal kullanımı bitkiye de zarar verirken, böcekler de evrim geçirerek kimyasala dirençli hale gelir. Bu durum kimyasal kullanımını artırır ve bitkinin kimyasala dayanıklılığını artırmak için genetiği ile oynanmasını gerektirir. Bu döngü kısır bir şekilde ilerler. Sonuçta verimlilik düşer.
Köylerden kentlere göç sonrası köylerin nüfuslarında azalma olmuş, kentlerde ise yoğun bir nüfus ortaya çıkmıştır. Endüstriyel tarım ile üretilen aşırı ürünler pazar bulabilmek için uzak kentlere taşınmakta ve oralarda tüketilmektedir. Oysa her ürünün, yetiştiği yerde tüketilmesi, bitkinin topraktan aldığı besleyicilerin gübreleme yoluyla tekrar toprağa verilmesi gerekir. Böylece toprağın zenginleşmesi sağlanır. Ancak bu besleyiciler şehirlerde çöp haline gelmekte ve toprağa geri verilmek yerine belli alanlarda biriktirilerek gömülmektedir. Böylece tarımsal alanlardaki toprağın besleyiciliği gün geçtikçe azalmakta ve toprak çoraklaşmaktadır çünkü toprağın ihtiyaç duyduğu maddeler başka bir yere taşınmıştır. Böylelikle toprağın döngüsünde çatlak oluşturulmuş ve döngü yarım kalmıştır. Marx buna “metabolik çatlak” adını vermiştir. Döngünün tamamlanamadığını fark eden sistem, suni gübre ile döngüyü tamamlama yoluna gitmiş, bunun sonucu olarak da nitrojen sızıntıları ortaya çıkmıştır. Nitrojen sızıntıları suya karışarak deniz ekosistemlerine, aşırı yoğunlaşmaya sebep olduğundan ötürü zarar vermektedir. Son aylarda Marmara Denizi’nde karşılaştığımız musilaj sorununun bir nedeni de budur. Yani kapitalist sistem, doğaya müdahalede bulunduktan sonra ortaya çıkan sorunlara yapay çözümler üretmekte ama bu yapay çözümler de başka krizlere yol açmaktadır.
Marx, Kapital’de kapitalist toprak rantının doğuşunu anlatırken, sanayi ve tarım arasındaki yıkıcı işbirliğinden ve uluslararası ticaret sayesinde zararların küresel ölçekte yayılmasından bahseder:
“Büyük toprak mülkiyeti, bir yandan tarımsal nüfusu sürekli azaltarak en aza indirir, diğer yandan da bunun karşısına sürekli artarak büyük kentlere yığılan endüstriyel nüfusu koyar. Sonuç olarak yaşamın doğal kanunlarıyla edinilmiş metabolizma olan toplumsal metabolizmada iyileştirilemez bir yarılmaya neden olan koşulları yaratır. Buradan da toprak gücünün gasp edildiği sonucu çıkar ve bu gasp her bir ülkenin sınırlarının çok ötesine, ticaret sayesinde yayılır. Büyük sanayi ve sanayileşmiş büyük tarım ortak hareket eder. Birincisi yani büyük sanayi, emek gücünü dolayısıyla da insanın doğal gücünü yıkıp yok eder, ikincisi de yani sanayileşmiş büyük tarım da doğrudan toprağın doğal gücünü yıkıp yok eder.”
Tarımda aşırı üretim talebi ile büyük alanlarda ve büyük boyutta üretim yapılması doğal olarak endüstrileşmeyi getirmiştir. Bu durum fosil yakıt kullanımını da artırmıştır. Fosil yakıtların kullanılması sonucu atmosfere sera gazı salınımı gerçekleşmektedir. Buna karşı egemenlerin geliştirdikleri önlemlerden biri de biyoyakıt kullanımıdır. Ancak ilk bakışta biyoyakıt, fosil yakıtlara göre daha masum görünse de biyoyakıt için belli başlı bitkilerin ekilmesi (monokültür) ve bunların işlenerek biyoyakıta dönüştürülmesi gerekmektedir. Son yıllarda biyoyakıta artan talep, tarım firmalarının iştahını kabartmaktadır. Bu ise ilerleyen yıllarda daha fazla monokültür alanları, daha fazla ekolojik tahribat ve daha fazla gıda kıtlığına yol açacaktır. Çözüm biyoyakıtta değil enerji yutucu olmayan bir üretim modelinde aranmalıdır.
İklimle İlgili Anlaşma ve Protokoller: Yeni Karbon Pazarı ve Teknolojinin “Kurtarıcılığı”
1980’lerden itibaren toplumsal muhalefetin yükselttiği çevre sorunları ve iklim değişimi, kapitalist devlet ve kurumların da gündemine taşındı ve uluslararası ölçekte başlayan çalışmalar 2001 yılında Kyoto Protokolü’nün imzalanmasıyla sonuçlandı. Anlaşma 2005 yılında onaylanarak yürürlüğe girdi. Birçok eksiği ve gediği olmasına rağmen başlangıç için Kyoto Protokolü iyi bir adım olarak görülmüştü. Sonuçta protokolü imzalayan her ülkenin CO2 salınımlarını 1990 öncesine çekme taahhüdü vardı.
Gezegeni kurtarma iddiasındaki Kyoto Protokolü’nün ilk kurtardığı yer piyasalar oldu: hava metalaşarak küresel karbon ticareti başladı. Büyük karbon salınımı yapan ülkeler, diğer ülkelerin karbon haklarını satın alabilmektedir.
Böylece büyük ekonomisi olan ülkeler, ekonomisi küçük olduğundan sanayisi de küçük olan ülkelerden karbon haklarını alarak, kendi karbon üretimlerini azaltmadan yollarına devam edebiliyorlar. Karbon kredisini satan ülkeler ise sanayisini büyütemediği için hiçbir zaman gelişemiyor. Zengin ülkeler daha da zenginleşirken, yoksul ülkeler de hep az gelişmiş kalmaya devam ediyor. Protokolün bir başka eksiği ise hükümlerine uyulmaması neticesinde herhangi bir yaptırımın olmamasıydı. Protokol, hükümleri gerçekleştir(e)meyen birçok ülke için sorun teşkil etmiyordu.
Kyoto Protokolü başarısızlıkla sonuçlanınca, iklim eylemcilerinin gözünü boyamak ve muhalif hareketleri yatıştırmak için basının da epey şişirdiği Paris Antlaşması önümüze kondu. Paris Antlaşması’nın öncelikli amacı, atmosfer ısısının 2 derece sınırını geçmemesi, mümkünse de 1,5 derece düzeyinde tutulması. Ancak halkların bildiği bir şey varsa o da verilen sözlerin tutulmadığıdır. Sürdürülebilir kalkınmadan, yeşil ekonomiden, temiz enerjiden çok söz ediliyor ama “temiz enerji” kullanılan toplam enerjinin sadece %17,5’ini oluşturuyor. Kaldı ki fosil yakıt kullanılmadığı için temiz diye adlandırılan enerjilerin bir kısmı da biyoyakıt, nükleer veya HES’ler gibi doğaya başka zararlar verebiliyor.
Paris Antlaşması’na dönecek olursak… Antlaşma hiçbir kayda değer çözüm önermediği gibi kapitalizmin büyümesi aynen devam ederken teknolojik harikalarla iklim krizinin durdurabileceği şeklindeki hayalci bir yaklaşıma sahip olduğunu da söyleyebiliriz. Antlaşma, ekolojikten ziyade ekonomik kaygılarla, küresel sermayeyi, değerlenebileceği ve kârlılığını artıracağı bir alan olarak yenilenebilir enerjilere yöneltmekte. Ancak biliyoruz ki üretim, tüketim ve yaşam tarzımızı radikal olarak değiştirmedikçe insanlığın geleceği kararmaya devam edecek ve sistemin en üstündekilerin yapacağı bu gibi uluslararası antlaşmalar, doğayı ve insanı aydınlığa çıkarmaktan çok uzak kalacaktır.
Sistem İçi(n) Tehlikesiz Çevrecilik
Kapitalizm, küresel felaketlerin artıp dünya için bir şeyler yapmanın zorunluluğunu gören kişilerin çoğaldığını fark ettiğinden beri özellikle sivil toplumu kullanarak çevre ile ilgili farkındalık organizasyonları düzenliyor. Örneğin, siz hiç “şu fabrikadan çıkan atıkları engelleyelim” ya da “araba değil de otobüs kullanalım ki, fosil yakıt tüketimini azaltalım” projesine rastladınız mı? Ancak sahil temizliği, yol kenarı temizliği, naylon poşet kullanmama gibi projeler sürekli gündemimizde. Böylece sistem, çevreye duyarlı kişileri sadece basit çevre etkinliklerine yöneltip endüstriyel tarım, sanayi gibi sektörlerden uzak tutarak buralardan kaynaklanan kirliliği göz ardı etmelerini sağlıyor. Aynı zamanda bu, sivil toplumun çevre ile ilgili faydalı organizasyonlar yaparak kendi vicdanını rahatlatmasına da yol açıyor. Artık hayata vicdanen rahat ve daha gururlu devam edilebilir. Diğer yandan da fabrikalar atıklarını, oteller kanalizasyon sularını, elektrik santralleri fosil yakıt kaynaklı gazları dünyamıza salmaya devam ediyor. Peki, yukarıda saydığımız basit çevre etkinlikleri yapılmasın mı? Tabii ki yapılmalı… ancak bu etkinliklerin gözettiği unsurlara kıyasla dünyamıza çok daha fazla zarar veren şeyleri de göz ardı etmememiz gerekir. Evet, naylon poşet kullanmayalım da… ürünlerin içine konduğu ambalajları ne yapacağız? İlk başlarda hem hafif hem de sağlam olmaları bakımından metal ve camın yerini alan plastiklerin zararları sonradan ortaya çıktığında, plastik üretiminin durdurulması gerekiyordu. Metal ve cam ürünler tekrar tekrar kullanılıp birçok kez geri dönüştürülebiliyor. Oysaki plastik ürünlerin çok az bir miktarı geri dönüştürülerek tekrar kullanılabiliyor – o da ancak bir kez. Birçok plastik atık çevreye atılarak, deniz ve okyanusları kirletiyor. Peki, özellikle ileri kapitalist ülkelerden, geri dönüştürülmek üzere toplanan plastikler ne oluyor dersiniz? Onlar da yakılmak veya gömülmek üzere başka ülkelere bir miktar para karşılığında gönderiliyor.1 Yakılanlar havayı, gömülenler ise toprağı kirletiyor. Bugün bize bilinçli tüketici olmanın gerekliliğinden dem vuranlar, tek kullanımlık plastiklerden uzak durun ve naylon poşet kullanmayın diyenler, niye plastik üretimini durdurmuyorlar? Bunu durdurmayarak asıl suçluyu yani kendilerini temize çıkarıp, bütün suçu bireylerin üzerine atıyorlar.
Tek başımıza dünyayı kurtarmak mümkün değil. Egemenlerin dayattığı bireysel çözümlerle dünyayı kurtarmak da mümkün değil. Bütünlüklü bir çözüm için bütünlüklü bir mücadele gerekiyor. Bunun yolu birlikte verilecek çevre mücadelesinden geçiyor. Ancak kapitalizmin kuralları içerisinde kalarak çevreyi kurtaramazsınız. İşte bu yüzden hem ekoloji hem de sosyalizm mücadelesine, yani ekososyalist mücadeleye ihtiyacımız var.
Bireysel Etik Bir Boykot Olarak Veganizm
Veganizm, tüm canlıların yaşam hakkına saygı temelinde şekillenen vicdani bir boykot akımıdır. Vegan birisi hayvansal kaynaklı gıdaları, giyim ve kozmetik ürünlerini kullanmayı reddeder. Veganizmin, hayvanlar üzerindeki tahakkümü ve zulmü ortadan kaldırmanın sadece hayvanları değil doğanın bir parçası olan insanları da özgürleştireceği felsefesi dikkate değerdir. Ancak bazı iddiaları gerçekçi olmaktan uzaktır. Örneğin hayvanlar için üretilen bitkilerin insan beslenmesinde kullanılacağı böylece açlığın son bulacağı iddia edilmektedir. Oysa açlık meselesi sınıfsal ve küresel adaletle ilgili olup şu anda dünyada üretilen gıda, tüm insanları beslemeye yetecek boyuttadır. TMMOB Gıda Mühendisleri Odası, Dünya Gıda Günü dolayısıyla yaptığı açıklamada şu sözlerle bu durumu gözler önüne sermektedir:
Çağımız hastalığı aşırı ve lüks tüketim alışkanlığı, gıdaya adil ulaşmanın önündeki en büyük engellerden birini oluşturmaktadır. Aynı zamanda bu alışkanlık gıdada israfı beraberinde getirmektedir. Bu kadar aç insanın olduğu bir dünyada, üretilen gıda maddelerinin %10’unun tüketilmeyerek çöpe atılması anlaşılmayacak bir durumdur. Yılda yaklaşık 1,3 milyar ton gıda çöpe giderek heba olmaktadır. Sadece bu tüketilmeyen ya da tüketilemeyen, çöp olarak son bulan üretim fazlasıyla bile açlık çeken insanları doyurabilmek mümkündür.2
Vegan yaşam biçminin yaygınlaşmasıyla hayvan üretiminde açığa çıkan sera gazlarının azalacağı ve bunun küresel ısınmayı önlemede ciddi katkısı olacağı dile getirilmektedir. Endüstriyel hayvancılığın geriletilmesinin hem hayvan özgürleşmesi hem de sera gazları üzerinde bir miktar etki yapacağı düşünülebilir. Ancak vegan beslenmenin olmazsa olmazı soya ve badem gibi besinlerin üretimi için birçok yerde monokültür alanları yaratılmış ve oralardaki ekolojik denge yok edilmiştir. Aynı zamanda bu gibi alanların oluşturulabilmesi için ağaçlar kesilerek ormansızlaştırma yapılmaktadır. Her ne kadar özellikle soya, hayvancılık için gerekli ve önemli olup hayvan yemi olarak üretilse de, vegan yaşamlar, kapitalist sistemde hayvanların ve doğanın uğradığı zulme son vermeye yetmemektedir. Üstüne üstlük duyarlı insanların vicdani tercihlerini de istismar edecek şekilde vegan piyasalar yaratılarak yeni sömürü alanları kurulmaktadır. Bunun nedeni kapitalist sistemde üretimin insan odaklı değil kâr odaklı olmasıdır. Yani kapitalizmde şirketler faydalı olanı değil, kârlı olanı üretirler. Üretmekle de kalmazlar, pazarlayıp satarlar. Veganizm, hayvanlar üzerindeki tahakkümü sonlandırmak isterken insan doğa bütünlüğünden ve insanın da doğanın bir parçası olduğu gerçeğinden uzaklaşabilmektedir. Nihayetinde vegan yaşam biçiminin etik değerleri, esas sorun olan ekolojik yıkımı ve küresel ısınmayı çözemiyor. Sorunun çözümünü bireylere indirgemesi de, sisteme yani kapitalizme katkı sağlıyor.
İnkârcılık
Kapitalizm birçok konuda olduğu gibi iklim krizinde de inkâr yolunu seçmiştir. Küresel ısınmanın olmadığını veya insan kaynaklı değil doğal bir süreç olduğunu kendilerince ispatlamak için kapitalist devletler, bazı bilim insanlarına finansal destekte de bulunmuş ve bulunmaya da devam etmektedir. Buna rağmen gerçek gün gibi ortada olunca akıl ve bilim galip gelmiştir. BM raporlarında dahi iklim değişikliğinin insan faaliyetleri ve sera gazı kaynaklı olduğu teslim edilmektedir. Zaten küresel ısınmanın etkileri gün geçtikçe artmakta ve büyük küçük gözetmeden tüm ekonomileri etkilemektedir. Dünyamız küresel ısınmayı çeşitli aşırı iklim olaylarıyla bir nevi gözümüze sokmaktadır. ABD’de yaşanan şiddetli fırtınalar ve sel baskınları, Almanya’da ve Türkiye’de yaşanan sel felaketleri, Kıbrıs’ın kuzeyinde geçtiğimiz yıllarda yaşanan ve yanlış yol yapımı sebebiyle 4 gencimizi yitirdiğimiz aşırı yağışlar sonucu oluşan sel felaketi, uzun süren kurak periyotlar ve büyük yangınlar bu tür iklim olaylarına örnek olarak verilebilir. Bu felaketlerden en fazla etkilenenler ise hükümetlerin almadığı önlemler ve doğa düşmanı politikaları sonucu, fakir ve emekçi kesimler yani halklar oluyor. Artık doğaya karşı durmanın mümkün olmadığını anlamamız, ona hükmetmeye çalışmak yerine bilimi de kullanarak onun dengesine saygı duymamız ve doğanın parçası olarak hareket etmemiz gerekiyor. Bu fikriyatı, egemenlerin inkâr, günü kurtarma ve kâr odaklı mantıklarının yerine ikame etmenin zamanı geldi de geçti bile.
Ne İstiyoruz/Ne Yapmalıyız?
Sıradan insanların toplumsal sorunlara ilgisizliği, aslında sorunların çözülemeyeceğine olan inançlarından kaynaklanmaktadır. Küresel ısınmaya karşı olan ilgisizlik de buna örnektir. Bundan dolayı belki de küçük fakat kazanılabilecek mücadeleler ile başlamak lazım. Kazanılan her mücadele egemenlerin de yenilebileceğine bir gösterge olacak ve sıradan insanların bunu görmesi, mücadeleye katılmasını sağlayacaktır.
Şunu bilmeliyiz ki, sistemin dayattığı sınırlar içerisinde hareket etmeye çalışırsak, sistemin içerisinde debelenir dururuz. Sonuçta vereceğimiz ekososyalist mücadele sistemi yıkmak için verilen mücadele ile aynı olacak. Bu yüzden sistemin sınırlarını zorlamalı ve sistemin yapamayacaklarını ve sınırlılıklarını gözler önüne sermeliyiz.
Örgütlenmeli, örgütlemeliyiz. Mücadelenin sınıf mücadelesi olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız. Ekolojik krize neden olan sermaye sınıfıdır. Sermaye sınıfına karşı örgütlenmeliyiz. Mücadelesinin merkezine sınıf mücadelesini koymayan aktivizmler, sisteme koltuk değneği olmaktan kaçamazlar. Sınıf mücadelesine katkı yapmayan her mücadele de vicdan rahatlatmadan öteye gidemeyecektir.
Kaynaklar:
Callenbach, E. (2010) Ekotopya (çev. Osman Akınhay), Agora Kitaplığı: İstanbul.
Chmel. P. https://www.gazeteduvar. com.tr/bilim/2019/11/24/yesilkapitalizmveetiktuketicilikgezegenitekbasinizakurtaramazsiniz
Foster. J. B. https://sendika.org/2007/12/marx-ve-kuresel-cevre-tartismasi-jo-hn-bellamy-foster-16988/
Foster. J.B. https://www.karasaban.net/ekoloji-ve-kapitalizmden-sosyaliz-me-gecis-john-bellamy-foster/
Foster, J. B. Ve Magdoff, F. (2011) Her Çevreciinin Kapitalizm Hakkında Bilmesi Gerekenler (çev. Özgün Ak-sakal), İstanbul: Patika Kitap.
Neale, J. (2009) Küresel Isınmayı Durduralım, Dünyayı Değiştirelim (çev. Do-ğan Tarkan), Yordam Kitap: İstanbul. Turhan. E ve Atay. H. https://ayrintidergi.com.tr/ekososyalizm-bugune-ve-gele-cege-dair-siyasi-bir-tahayyul/
Dipnot:
1 https://youtube.com/watch?v=EzJPwC-Mny-Y&feature=share
2 https://www.gidamo.org.tr/genel/bizden_de-tay.php?kod=9052&tipi=2&sube=0